Garip Ama Gerçek Galatasaray'ın Hollandalı yıldızı Wesley Sneijder'in Medipol Başakşehir yenilgisi sonrasında takım arkadaşlarını suçlayan açıklamalarına gelen tepkiler boyut kazanmaya devam ediyor. Galatasaray'ın uzak ara en fazla yılllık ücret kazanan oyuncusu durumunda olan Hollandalı yıldızın kendi performansını bir kenara bırakıp takım arkadaşlarını suçlaması camiada şaşkınlıkla karşılanmıştı. EN SON GOLÜ 2015 ŞUBAT'INDA Sneijder'in takım arkadaşlarını suçlamasına karşın, en son golünü 10 Şubat'ta Akhisar Belediyespor'a atan ve tam 21 haftadır gole uzak olan Hollandalı futbolcu ile Galatasaray son 5 haftada ilginç bir grafik yakalamış durumda. 2 Ekim tarihinde oynanan Antalyaspor maçında Sneijder ilk 11'de başlamış ve Sarı Kırmızılı takım Arena'da ilk devreyi 1-0 geride kapatmıştı. Arka adalesinde çekme olduğu için Riekerink, yıldız oyuncuyu kenara aldı. Sneijder'in çıkması sonrasında Galatasaray ikinci yarıda peş peşe bulduğu gollerle Antalyaspor maçını 3-1 kazandı. Bu maçın ardından Wesley Sneijder, Hollanda Milli Takımı'nın Belarus ile oynadığı Dünya Kupası eleme maçında yer aldı. Hollanda için son derece sıradan gözüken bir maçta oynayan yıldız futbolcu, sakatlığının tekrarlanmasına neden oldu. Bu maçtaki sakatlığı yüzünden Sneijder, Galatasaray-Gençlerbirliği deplasmanında forma giymedi ve Sarı-kırmızılı takım bu karşılaşmayı kazandı. Sneijder'in tedavisi tamamlandı ve bir hafta sonraki Trabzonspor maçında forma giydi. Sneijderli Galatasaray, Trabzon'a Arena'da yenilerek sezonun ilk yenilgisini aldı. Sneijder yeniden sakatlandı ve takımının Adana deplasmanında forma giyemedi. Galatasaray bu zorlu deplasmandan 3 puanı çıkardı. Ancak Sneijder geçtiğimiz hafta iyileşip tekrar formasını giydi ve Galatasaray yine kendi sahasında sezonun ikinci yenilgisini aldı. SNEIJDER YOK, 3 GALİBİYET VAR, SNEIJDER VAR, GALİBİYET YOK Son 5 haftada görülüyor ki Sneijdersiz Galatasaray, 3 maçını kazanırken, Hollandalı futbolcunun oynadığı 2 maçta rakiplerine boyun eğdi. Bu istatistiğe karşın Sneijder'in takım arkadaşlarını suçlayıcı açıklaması, bütün takım tarafından tepki ile karşılandı. Sneijder ile yerli futbolcular arasındaki gerginlik doruğa çıkarken, diğer yabancı futbolcuların da tepkili oldukları öğrenildi. NASA, Mars'ta Garip Görünümlü Bir Demir Meteoru Buldu Mikrobik yaşamın tespit edildiği bölgede NASA tarafından yeni bir keşif yapıldı. Yumurta büyüklüğündeki ışıl ışıl parlayan demir göktaşı Curiosity tarafından detaylı olarak incelendi. NASA, Mars'ta yumurta büyüklüğünde ve oldukça garip görünümlü bir göktaşı parçası buldu. Demir-Nikel bileşimine sahip olduğu NASA tarafından onaylanırken, göktaşının Mars'ın gökyüzünden milyonlarca yıl önce geldiği tespit edildi. Keşif Mars'taki Curiosity aracıyla 27 Ekim günü gerçekleşti ve 2 Kasım'da basına duyuruldu. Daha önce Mars'ta buna benzer taşlar görülse de, yumurta büyüklüğündeki bu göktaşı ilk defa detaylı olarak incelenebildi. Lazer destekli görüngeölçer kullanılarak yapılan taramalar ile taşın önemli detayları belli oldu. 'KARANLIK, PÜRÜZSÜZ BİR O KADAR DA IŞIL IŞIL' Curiosity'nin kamera görüntülerinden sorumlu olan ekip keşif ile ilgili olarak, "Karanlık, pürüzsüz, ışıl ışıl yapısı ve küreyi andıran şekli ile daha şimididen Mars bilimi ile uğraşanların dikkatini çekti" açıklamalarını yaptı. CURIOSITY, LAZER İLE DETAYLI ANALİZ YAPTI Objenin 9 farklı bölgesine lazer spektrumları kullanılarak detaylı analizi yapıldığında, bileşiminde demir, nikel ve fosfora rastlandı. ÖNEMLİ BİLGİLER VERİYOR Mars'ın, Dünya'dan çok daha fazla göktaşı popülasyonuna sahip olduğu, demir bileşimli göktaşlarının ise dağılıp yok olmuş diğer göktaşı parçalarına dair önemli kayıtlar barındırdığı bilgisi verildi. Mars'ta bulunan demir göktaşlarının üstünde yapılan incelemeler, Mars atmosferi ve çevresinin bu kayalara nasıl etkiler sağladığı üstüne önemli bilgiler veriyor. Böylece Dünya'da bulunan göktaşı parçaları ile karşılaştırma imkanı bulunuyor. NEHİR YATAĞI BÖLGESİNDE BULUNDU Yeni bulunan taşın Mars'ın yüzeyine milyonlarca yıl önce geldiği düşünülüyor. Taşın bulunduğu yer ise, Sharp Dağının eteklerindeki Murray düzleminde, kaya tortullarının antik nehir yatağı bulgularını taşdığı yer olarak gösteriliyor. CURIOSITY'NIN ARTIK YENİ BİR GÖREVİ VAR Curiostiy geçen ay başlayan yeni misyonu ile araştırma odağını, Mars'ın atmosferinin antik zamanlarda çevresel faktörleri nasıl değiştirdiğine çevirdi. Mars'ta mikrobik yaşam buluntuları ile, bu bulguların elde edildiği bölgede araştırma çalışmaları sıklaştı. İslam dünyası savaşla eriyor Eriyor. Medeniyetin birikimi eriyor. Ortadoğu'da, İslam dünyasında yaşanan savaşlar, elimizdeki avucumuzdaki tüm birikimi yavaş yavaş eritip, tüketiyor. Asya bölgesi hariç, Pakistan'dan, Fas'a kadar olan tüm İslam ülkeleri bir şekilde kaos, terör, savaş, göç gibi akut sorunlarla başı dertte. Güç kaybetmeyen, sermayeden yemeyen, insan kaybetmeyen ve zayıflamayan bir tek ülke bile yok. Ekonomiler küçüldü, gelirler azaldı, insanların satın alma gücü düştü yani daha da fakirleştiler. 2010 yılında dolar 1.4 TL iken bugün 3.1 TL oldu. İki kat yurt dışına oranla fakirleştik yani. Düşünün, Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi ve İslam ülkelerinin de en güçlü ülkesi. Diğer ülkelerin halini tahmin edin. Tüm parametreleri gözden geçirdiğimiz takdirde, son 5 yılda muazzam bir kayıp göreceğiz. Arap Baharı'ndan sonra başlayan kış, ocağımızı, evimizi dondurdu resmen. Az kalsın İslam dünyası birlik olacakken, şimdi birbirine düşman olmayan kimse kalmadı neredeyse. Belki de uzun yıllar bir araya gelemeyecek kadar hasımlıklar, husumetler, düşmanlıklar oluştu. Kan döküldü, kan davaları başladı, intikam yeminleri edildi açıktan. Bağıra bağıra mezhep savaşı geldi kapımıza dayandı. Ne kadar yapmayın dediysek dinleyen olmadı, ne yaptıysak kar etmedi. Kardeş kanı aktı, kardeş malı yandı, kardeş feryadı arşa yükseldi. Ölen de öldüren de Müslüman kardeşti. Geleceği etkileyecek tüm potansiyel, bu savaşlarda, kavgalarda eridi. Yakın gelecekte sizce hangi İslam ülkesi dünyadaki kısır döngüye, adaletsiz düzene, haksız paylaşıma alternatif olabilir? Hangi ülke bu düzenin değişmesi için bir rüzgar estirebilir? Sanırım hepimizin aklından sadece Türkiye geçiyordur. Türkiye'nin çektiği sıkıntılara bakın. Darbenin açtığı yara hala kanıyor. AK Parti bir türlü kendi içinde ve ülkede tek yürek olmuş, tam anlamıyla milli bir dayanışma hattı kuramadı. Safları bozan, insanları küstüren yeni yetme tipler, bu mayanın oluşmasına engel oluyor ve garip şekilde buna 'dur' diyen olmuyor. Suriye'de fiili olarak savaşa girdik. Yarın, öbür gün Irak'ta çatışmaya gireceğiz. Daha çok kan kaybedeceğiz, daha çok canımız yanacak, daha çok acı çekeceğiz. Başka çaremiz yok. Bu coğrafyada bazen acı çekmeyi göze almazsanız daha büyük dramlarla karşılaşabilirsiniz. Hem Suriye, hem Irak'a girmezsek sonraki yıllarda daha büyük sıkıntılarla yüzleşeceğiz. Bunların sonucunda içe kapanmak ve savunma yapmak zorunda olan bir Türkiye yaşıyoruz. Dünyaya açılan, her yerde yeni pazarlar, yeni ittifaklar, yeni kazanımlar elde eden ülke, şimdi kendini savunmak, var olmak, saldırıları göğüslemek için savunmaya çekiliyor. Bu nedenledir ki, İslam dünyasında eğer Türkiye'nin hali buysa, diğer ülkelere bakmaya gerek bile yok. Dünya sistemine, düzenine, adaletsizliğine itiraz edecek kimse kalmadı geride. Sadece Batı'nın kurduğu düzene itiraz edecek kimse kalmadı gibi, bir de bu düzenin parçası olmaları için de ikna olacaklar. Ya Rusya'nın, ya Amerika'nın ya da Avrupa'nın uydusu, ileri karakolu, itiraz etmeyen müttefiki olmaları için yeterince ikna edildiler! Son beş yılda bu bölgede ölen Müslüman sayısı bir milyona dayanmış olabilir mi? Kaç kişi evsiz yurtsuz kalmıştır acaba? En iyimser rakam 8 milyon. Avrupa'daki bazı ülke nüfusu kadar. Gelecek için Allah'tan ümit kesilmez. Ancak kendi durumumuzu değiştirmeden, Allah bizim durumumuzu değiştirmez. Beni en çok kaygılandıran şey, birbirimizle uğraşmak. O zaman gücümüzün azalacağını söylüyor Kur'an-ı Kerim. Yoksa çok savaşlar, saldırılar gördü bu coğrafya. Hepsiyle baş edebildi. Gazeteci-yazar Tezcan Gençlerle Buluştu Gazeteci-Yazar Gülcan Tezcan, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında sanatçıların tavrı konusunda, "O gece sokağa çıkan sanatçıların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. 15 Temmuz olduğunda büyük çoğunluğu neredeyse 'Bu darbe olsun da kurtulalım.' modundaydılar." değerlendirmesinde bulundu. Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Aile ve Gençlik Merkezince (TDV KAGEM) düzenlenen "Kalem Söyleşileri" etkinliğinde AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Tezcan, Gezi olayları ve 28 Şubat sürecine atıfta bulunarak, 15 Temmuz'da yaşanan gerçeklerin sanat dünyasında genişçe anlatılması gerektiğini söyledi. Tezcan, sanat dünyasında "hakim çevreler"in, 15 Temmuz darbe girişimini kurtuluş olarak gördüklerine dikkati çekerek, "15 Temmuz akşamı Cihangir'de yaşayan arkadaşların anlattığına göre, büyük bir beklenti içindeydiler. Bazı çevreler, o günlerde yaşanan gerçeği görmek yerine bambaşka bir pencereden görmeyi tercih ettiler." şeklinde konuştu. 15 Temmuz darbe girişimine, fuar ve kültür etkinliklerinde yeterince yer verilmediğini öne süren Tezcan, şöyle devam etti: "Önümüzde TÜYAP Kitap Günleri yaklaşıyor. Programına bakıyoruz 15 Temmuz'la ilgili elle tutulan, bazı yayınevlerinin ufak başlıkları dışında herhangi bir şey yok. Contemporary İstanbul Sanat Fuarı gerçekleştirildi. Orada da darbeyle ilgili herhangi bir gönderme ve ima yoktu. Milli-manevi hassasiyeti olan çevreler bu konudaki hassasiyetlerini ortaya koyuyor ama onun dışında nedense garip bir sessizlik ve görmezden geliş, onların arzu ettiği devrimi halkın gerçekleştirmesinden dolayı, hakim olan bir hazımsızlık okuyorum ben bu tavırlarda." Tezcan darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz gecesi bazı sanatçıların tavrına ilişkinse "O gece sokağa çıkan sanatçıların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. 15 Temmuz'da olduğunda büyük çoğunluğu neredeyse 'Bu darbe olsun da kurtulalım' modundaydılar." değerlendirmesini yaptı. "28 Şubat'ı yeterince anlatamadık" Türkiye'nin bir işgal girişimi atlattığına işaret eden gazeteci-yazar Tezcan, "Bu kalkışmanın akabinde çalışmaların çıkması kolay değil. O günlerin romanları, hikayeleri yazılacak. Zaman içinde çok daha nitelikli işler yapılacak, sinema ve filmlerinin de çekilmesini bekliyoruz. Önemli olan sanatsal değeri ve nitelikleri olan işlerle bu tarihi kırılma noktasını hakkıyla tarihe mal edebilmektir." dedi. Tezcan, "15 Temmuz'u biz yazmaz ve anlatmazsak, başkaları tarihi bambaşka şekilde yazıyorlar. Biz bunu 28 Şubat'ta yaşadık." ifadelerine yer vererek, şunları kaydetti: "28 Şubat yokmuş gibi davranan insanlar oldu. O dönemin en haince manşetlerini atan gazetelerin genel yayın yönetmenleri, 'Siz ne yaşadınız ki?' diye sordular. Çünkü biz 28 Şubat'ı yeterince anlatamadık. Şimdi, sanki 28 Şubat hiç yaşanmamış gibi bir tablo ortaya çıktı. 15 Temmuz'u bizim hassasiyetle gündemimize almamız, tarihe mal etmemiz ve olduğu biçimiyle, bütün hakikatiyle sanatsal mecralarda eserler vererek tarihe mal etmemiz gerekiyor. Çünkü girişim, bizim toprağımıza ve bayrağımıza yapılan bir saldırı girişimiydi. Bu olay tarihe en iyi şekilde anlatılarak not düşülmesi gereken bir olaydır." Hayat Beklerken Hayat Dağıtıyor İstanbul'da lise yıllarında aniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan ve karaciğer yetmezliği teşhisi konulan Seringül Yıldırım, 4 yıl bekledi. Her geçen gün ölümle yüzleşen ve sonunda hem beklediği karaciğere hem de sağlığına kavuşan Yıldırım, "sadece yaşayan bilir" diyerek başkalarının da kendisi gibi hayat bulması için dünyanın en zor mesleklerinden biri olan Organ Nakli Koordinatörlüğünü seçti. Yıldırım 7 yıldır nakil bekleyen hastalara en canlı örnek oluyor. İstanbul'da ikamet eden 31 yaşındaki Seringül Akçay Yıldırım hem hayata tutundu hem de kendisi gibi aynı kaderi paylaşan organ bekleyenlerin en canlı umudu oldu. 2000 yılında henüz lise öğrencisiyken aniden rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan ve yapılan tetkiklerin ardından siroza bağlı olarak karaciğer yetmezliği teşhisi konulan Yıldırım'ın adı, dört yıl boyunca Sağlık Bakanlığı'nın organ nakli bekleyen hastalar listesinde yer aldı. Müjdeli haber ise 2004 yılında geldi. Kadavradan yapılan karaciğer nakliyle sağlığına kavuşan Yıldırım, o gün bir daha hastaneye asla ayak basmayacağını söyleyerek yaşadığı zor günleri anlattı: "Bütün hayatım her şey bir anda altüst oldu. Dört yıl kadavradan karaciğer nakli bekledim. O dönemde canlıdan pek fazla nakil yapılmıyordu. Ben hastaneden taburcu olduğumda "bir daha hastaneye ayak basmayacağım" demiştim ama şuan organ naklinin içindeyim. Çünkü hastane ortamı bir hasta için gerçekten çok zor hele de organ nakli ile ilgili gerçekten zor. Yaşadığınız zaman süreç bekleyiş, umudun kırıldığı noktalar oluyor. Yeniden yeşertmeye çalışıyorsunuz. Tekrar kırılıyor. Yeniden yeşertmeye çalışıyorsunuz. Bu noktalar insanı yıpratıyor ama sonun da güzel şeyler oluyor. 4 yıldan sonra karaciğer nakli ile hayata yeniden "merhaba" dedim." Hastalara, "karşınızda canlı örnek var" diyorum İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Karaciğer Safra Yolları Cerrahisi'nde görev yapan ve nakil olduktan sonra eğitim hayatına devam eden Yıldırım, 2008 yılında da dünya evine girerek mutlu bir evlilik gerçekleştirdi. 7 yaşında bir çocuk annesi olduğunu söyleyen Yıldırım, "Şuan 7 yaşında bir oğlum var çok sağlıklı. Bende sağlıklıyım, herhangi bir sıkıntım yok" dedi. Eğitim hayatını tamamladıktan sonra tekrar soluğu hastanede aldığını anlatan Yıldırım yaşadığını durumu, "damdan düşenin halini damdan düşen anlar" sözüyle özetleyerek şunları söyledi:"Hasta psikolojisi çok farklı bir şey.O duruma düştüğünüz zaman çok derin duygular oluyor. Yaşamayan kişi anlayamaz. Hani "damdan düşenin halini damdan düşen anlar" derler ya o misal. Hastalara sakin olmalarını, sabretmeleri gerektiğini, organ naklinde başarılı sonuçlar olduğunu, karşısında birebir canlı olarak ben varolduğumu anlatıyorum. Hayatımı nasıl idame ettirdiğimi anlatıyorum. Evlendiğimi, çocuğumun olduğunu, sosyal aktivitelerimi anlatıyorum. Bu onlara ayrıca bir mutluluk veriyor." "Yeniden bir hayat, candan can oluyor" 31 yaşındaki organ nakilli Organ Nakil Koordinatörü Seringül Akçay Yıldırım, organ bekleyenlerin arasında özellikle küçük yaşta çocukların olduğuna dikkat çekerek bağış konusunda duyarlılık çağrısında bulundu:"Genellikle organ naklinde çocuk sayısı çok fazla var. Küçük yaşta organ naklinden çok kaybettiğimiz insanlar var. Organlarınızı bağışladığınızda bir çocuğa değil beş kişiye birden hayat veriyorsunuz. Onlar sizin organlarınızla yaşıyor. Yeniden bir hayat, candan can oluyor. Evleniyorlar, çocukları oluyor, onlar büyüyorlar. Bunları görünce çok mutlu oluyorsunuz." 7/24 Telefonum açık Kendisi gibi meslektaşlarının da beyin ölümüyle kalbin durması arasındaki zamanda organların alınıp umutla bekleyen hastalara bir hayatın bağışlanması için dünyanın en zor mesleklerinden birini icraa ettiklerini aktaran Yıldırım, "Çok emek var. Herkesin gecesi gündüzüne katılıyor. Herkesin tek isteği, bir hayat daha bağışlanması. Telefonum hiç durmuyor. Sustuğu zaman garip bir şeyler oluyor zannediyorum. Hastalar arayıp durumlarını anlatıyorlar. Bizim yedi yirmi dört telefonumuz açık. Sürekli iletişim halindeyiz. Ama en güzeli hastalarımız mutlu bizde mutluyuz onları gördükçe. Hastalarımıza bol bol sağlıklı günler diliyorum" diye konuştu. "Hastalar üzerinde olumlu etkisi var" İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Karaciğer Transplasyon Programı Sorumlusu Prof. Dr. İlgin Özden de Yıldırım'ın özellikle hastalara umut olduğunu belirterek;"Sevingül hanım geç kızken siroz sebebiyle nakil oldu yıllar sonra kendi ailesini kurdu, çocuk sahibi oldu şuanda bizimle çalışıyor. Geçmişte kendisinin olduğu gibi olan hastalara yardım ediyor. Bizimle beraber çaba harcıyor. Hastalar üzerinde de olumlu bir etkisi oluyor. Mesela çok büyük bir kaygıyla gelen aileye koordinatör karaciğer nakilli dediğim zaman 'öylemi, normal bir insan' diyorlar bize. Gerçekten iyi bir başlangıç yapma fırsatı oluyor. İnsanlar inanıyorlar ki bu yapmaya değer bir şeydir" dedi. Sebo’dan garip Erdoğan-Bahçeli iddiası Sabahattin Önkibar, Erdoğan-Bahçelmi görüşmesinin perde arkasına dair ilginç iddialarda bulundu. MHP lideri Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “AK Parti ile MHP seçim ittifakı yapsın” teklifinde bulundu. Erdoğan da “niye olmasın, arkadaşlarla konuşacağım” dedi. Maocu Perinçek’in Aydınlık gazetesine kadar savrulan sözde milliyetçi, özde ulusalcı Sabahattin Önkibar, Erdoğan-Bahçelmi görüşmesinin perde arkasına dair ilginç iddialarda bulundu. Önkibar’ın iddialarına göre, MHP lideri Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “AK Parti ile MHP seçim ittifakı yapsın” teklifinde bulundu. Erdoğan da “niye olmasın, arkadaşlarla konuşacağım” dedi. Sebo’ya göre, bu ittifakla MHP’nin AK Parti’ye vereceği başkanlık desteğinin zemini inşa edilmiş olacak ve MHP’deki tepkilerin de Başkanlığa evet oyu vermeleri sağlanacak! Önkibar’ın Aydınlık’taki yazısının ilgili kısmı şöyle: “MHP Genel Merkezi'ndeki kaynağıma göre Devlet Bahçeli Tayyip Erdoğan’a 'AKP ile MHP seçim ittifakı yapsın' teklifinde bulunmuş. Tayyip Erdoğan ise bu isteğe, 'niye olmasın' deyip 'arkadaşlarla konuşacağım' karşılığını vermiş. MHP bu ittifakla AKP’ye vereceği Başkanlık desteğinin zeminini inşa edecekmiş! Dahası,bu şekilde tepkili olan MHP Meclis Gurubunun Başkanlığa oy vermesi sağlanacakmış. Bu birliktelik kamuoyuna vatan bütünlüğü ve ülke şartları diye açıklanacakmış! İçerde ve dışarıdaki büyük sorunlar gerekçe yapılacakmış! AKP listelerinden Meclise girecek MHP’liler grubunu kuracak ve belki hükümete de dahil olabilecekmiş. Bu şekilde iktidarı özleyen ülkücüler partilerinden kopmayacakmış. Gelelim böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimaline: Mümkündür zira sokağa çıkacak kredisi kalmayan Devlet Bahçeli’nin başka çıkış yolu yoktur. Bu haliyle MHP’nin alacağı oy yüzde 5-6 cıvarıdır... Bunu bilen Bahçeli partisini tarihe gömmek pahasına MHP'yi AKP’ye meze yapar ve bunu ülkeyi kurtarmak için diye ambalajlar! Savcılıktan Yılmaz Özdil’e garip soruşturma İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet Gazetesi'ne yapılan operasyonun savcısı hakkında, 'FETÖ'cü' olduğu gerekçesiyle haber yaptığı için Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil için soruşturma başlattı. Bu soruşturmadan 24 saat sonra ise takipsizlik kararı verdi. Fakat işin trajikomik tarafı, Yılmaz Özdil’in bu olayla uzaktan yakından ilgisi yok. Savcılık, Yılmaz Özdil adına açılmış sahte bir sosyal medya hesabı üzerinden konuyla alakalı yayınlanan haberi gerekçe göstererek soruşturma açmış. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı; Özdil’e açılan soruşturmaya ‘takipsizlik’ verildiği haberini ajanslara servis etti. Bu habere göre, Sözcü Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil 2 Kasım günü “Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” suçundan incelemeye alındı. 24 saat geçtikten sonra ise, “Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek suçunun yasal unsurları oluşmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi. YILMAZ ÖZDİL BÖYLE BİR HABER YAPMADI! Sözcü Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’in, bahsi geçen konuyla ve haberle hiçbir alakası olmadığı belirtildi. Türkiye’nin en çok okunan yazarı olan Özdil için harekete geçen savcılık, imza attığı komedinin farkına 24 saat geçtikten sonra vardı. Orman Bakanı’ndan bir garip çağrı: Artık ninnileri değiştirin! “Artık evlatlarınıza çocuklarınıza ninni okurken ‘uyusun da büyüsün' demeyeceksiniz” Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, "Artık evlatlarınıza çocuklarınıza ninni okurken ‘uyusun da büyüsün' demeyeceksiniz. ‘Oğlum uyu büyü hedef 2071, büyük Türkiye'nin ayak seslerini sen meydana getireceksin' diyeceksin. Ninnileri artık değiştirin lütfen" dedi. Eroğlu çeşitli ziyaretlerde bulunup, toplu temel atma ve açılış törenine katılmak üzere Amasya'ya geldi. Bakan Eroğlu, ilk olarak Vali Salih Işık'ı makamında ziyaret etti. Burada düzenlediği basın toplantısında Amasya'ya bakanlığı tarafından yapılan projeler ve planlanan yeni çalışmalarla ilgili bilgi verdi. Bakan Eroğlu ziyaret sonrasında Amasya Belediyesi Kültür Merkezi'nde düzenlenen toplu temel atma ve açılış programına katıldı. Burada konuşma yapan Bakan Eroğlu, şunları söyledi: "Türkiye büyük bir devlet, güçlü bir devlet ama bu coğrafyada ayakta kalmanın yegane yolu daha güçlü bir ekonomiye, daha güçlü kurumlara, daha güçlü orduya, emniyet teşkilatına sahip olmaktan geçiyor ama bunu da inşallah sağlıyoruz Allah'ın izniyle büyük hedefler var. Şunu unutmayalım büyük hedefi olmayan milletler tarih sahnesinden silinir. Allah'ın izniyle cumhurbaşkanımızın bize gösterdiği 3 büyük hedefi bu milletin evlatları gerçekleştirecektir. Birinci hedef 2023'te Türkiye dünyadaki 10 büyük ekonomi arasına girecektir. Gençlerin de hedefi var 2053 yılı İstanbul'un fethinin 600. yılı olacak. Gençler o tarihte Türkiye'yi çok daha ileri noktaya taşıyacak. Bayrağımızı daha da zirveye dikecektir bunu inancımız tamdır." “Ninniler değişsin” "Tabii değerli bacılar, ablalar kardeşler sizlere de önemli vazife düşüyor. Yeni doğan veya doğacak çocuklar 2071 yılı yani Malazgirt Zaferi'nin 1000. yılında inşallah Türkiye'yi küresel bir güç yapacak. Artık evlatlarınıza çocuklarınıza ninni okurken ‘uyusun da büyüsün' demeyeceksiniz. ‘Oğlum uyu büyü hedef 2071, büyük Türkiye'nin ayak seslerini sen meydana getireceksin' diyeceksin. Ninnileri artık değiştirin lütfen. Onu özellikle vurgulayayım. Allah'ın izniyle Türkiye'nin bahtı açık değerli kardeşler." Irak’tan garip iddia: Türkiye Musul operasyonunda yok. Türkiye, Musul operasyonunda yer aldığını dile getirirken, Irak tarafından tersine bir açıklama yapıldı. Irak ordusundan yapılan açıklamada, Türkiye'nin Musul operasyonunda yer aldığı yönündeki iddiaların doğru olmadığı belirtildi. Irak ordusunun müşterek harekât merkezi sözcüsü tarafından yapılan açıklamada, operasyonlara hiçbir Türk unsurunun dahil olmadığı ifade edildi. Türkiye dün Başika kampında bulunan askeri unsurlarıyla Musul operasyonuna katılan peşmerge güçlerine destek verdiğini açıklamış ve Musul çevresindeki IŞİD hedeflerinin topçu atışlarıyla vurulduğunu söylemişti. Başbakan Binali Yıldırım da Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) İstişare ve Değerlendirme Toplantısı sonrası, gazetecilerin ilerleyen günlerde Musul'a yönelik bir operasyon olup olmayacağına ilişkin sorusuna, "Bu ne? Yapılan ne?" yanıtını vermişti. PEŞMERGE: BAŞİKA KUŞATMA ALTINDA Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne (IKBY) yakın Rudaw haber ajansı ise devam eden Musul operasyonu kapsamında peşmerge güçlerinin Başika kasabasını abluka altına aldığını aktardı. Daha önce peşmergenin kasabaya girdiği haberleri gelmiş ancak daha sonra bu haberler yalanlanmıştı. Rudaw'a konuşan peşmerge komutanları, Başika'ya giden tüm yolların kontrol altına alındığını söyledi. Başika kasabası IŞİD için önemli bir ikmal noktası olarak görülüyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başika üssünü 'Türkiye'nin güvenliğinin sigortası' olarak tanımlıyor. BAŞİKA GERGİNLİĞİ Irak ordusunun yanı sıra Şii milisler ve peşmerge güçleri Musul'a ilerlemeye çalışıyor. Geçen hafta başlatılan kapsamlı operasyona ABD öncülüğündeki IŞİD karşıtı koalisyon ise hava desteği veriyor. Türkiye, Başika'da eğittiği yerel Sünni güçlerin Musul operasyonuna dahil edilmesini talep etse de şu ana kadar Türkiye destekli güçler operasyonda rol oynamadı. Bağdat yönetimi Türkiye'nin Başika kampını terk etmesini istiyor ve bölgedeki Türk askeri varlığının uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunuyor. Türkiye ise Başika'ya Bağdat'ın daveti üzerine geldiğini anımsatıyor ve Başbakan Haydar el İbadi'yi mezhepçi politikalar izlemekle suçluyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Musul'un Türkiye'nin ulusal güvenliği için büyük önem arz ettiğini ifade ederek "Başika üssümüz konusunda da kimse konuşmasın. Bu üs orada duracaktır" demişti. THY uçağında bir garip olay! Pilot dayanamadı ve... THY'nin Antalya-İstanbul seferini yapan uçağında şaşırtan bir olay yaşandı. İşte pilotun direk iniş istemesine neden olan o olay... Türk Hava Yolları’nın İstanbul-Antalya seferini yapan uçağındaki bir bebeğin sürekli ağlaması nedeniyle pilot kendisinin inişte sıraya sokulmaması için direkt iniş istedi. DİREK ROTA VERİLMESİNİ İSTEDİ THY’nin TK-2432 sefer sayılı Boeing 737 800 tipi uçağın kaptan pilotu kalkıştan sonra Atatürk Havalimanı Hava Trafik Kontrol Kulesi ile irtibata geçerek uçakta bir yaşında bir bebeğin sürekli ağladığını rapor ederek, Antalya inişinde kendisine direkt rota verilmesini istedi. Saat 13.05’te Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçağın pilotu kalktıktan sonra çocuğun ağlama sesine dayanamayarak kuleden yardım istedi. Bunun üzerine İstanbul Hava Trafik Kontrol Kulesi Antalya Hava Trafik Kontrol kulesine haber vererek TK-2432 kodlu THY uçağının inişte sıraya sokulmaması ve direkt rota verilmesini istedi. İstanbu Kule ile Pilot arasında şu konuşma gerçekleşti: Pilot-“Efendim ayrıca uçakta aşırı derecede ağlayan bir yaşında çocuk var. Mümkün olduğu kadar direkt rotayla Antalya ‘ya gitmek isteriz.” Kule- Anlaşıldı direkt rotayla devam edin. 46 DAKİKADA BİTİRİLDİ Bunun üzerine normal de bir saat 15 dakika devam eden uçuş süresi 46 dakikada bitirildi. Makarna nasıl yapılır? “Makarna nasıl yapılır?” sorusu size biraz garip gelse de aslında yeni başlayanlar için oldukça önemli bir konudur. Makarna nasıl yapılır? Diyorsanız ve Makarna nasıl yapılır? öğrenmek istiyorsanız bu haberimiz tam size göre… Hem çocukların hem de büyüklerin bayılarak yediği çoğu zaman pratikliği sayesinde tercih edilen edilen makarna nasıl yapılır bilmeyenler için şahane bir haber hazırladık. Makarna nasıl yapılır? Özellikle mutfağa girmeye yeni başlayanlar, ailesinden uzakta okuyup kendi makarnasını kendi pişirmek zorunda kalanlar, yeni evlenenler…. Kulağa garip gelmesin makarna nasıl pişirilir hepimiz bir şekilde öğrendik. Şimdi de öğretme zamanı. Kolay gibi gözüken bu yemeği berbat etmek de çok kolaydır o yüzden vereceğimiz tarifi dikkatle okuyun. Öncelikle derin bir tencere almanı gerekmektedir Makarna suyu emdikçe şişen bir yapıya sahip olduğu için paketteki boyutuna aldanarak küçük bir tencerede yapmaya kalkmayın. Su miktarı Bir paket makarnayı haşlamak için ihtiyacınız olan su miktarı tencerenin 4’e 3’ünü geçmemelidir. Eğer suyu fazla koyarsanız ne kadar haşlandığını anlamakta zorlanabilirsiniz. Eğer suyu az koyarsanız söylememize gerek yok az haşlanmış olur. Sudaki tuz miktarı Genellikle annelerimizden gördüğümüz makarna suyunu ocağa koyar koymaz bir miktar tuz koymaları. Anca usta İtalyan aşçılara göre suya eklenecek tuz ancak su kaynadıktan sonra olmalıdır ve haşlama suyu olabildiğince tuzlu olmalıdır. Yağı unutun Yine annelerimizden gördüğümüz makarnayı yaparken haşlama suyuna yağ koymaları. Bunun yanlış olduğunu biz bile bilmiyorduk. Ancak haşlama suyuna asla yağ koymayın. Suyun kaynaması Makarnayı suya koymadan önce suyun çok fazla kaynar olmasına dikkat edin. Hemen karıştırın Makarnayı suya attıktan sonra yapacağınız ilk iş hemen karıştırmak olmalı. Bu karıştırma işlem, en az 30 saniye devam etmelidir. Tencereyi kapatmayın Yapılan en büyük hatalardan biri de makarnayı haşlarken kısık ateşte ağzı kapalı şekilde tutmaktır. Makarna yüksek ateşte ve tencerenin ağzı açık kalacak şekilde pişirilir. Sos için hazırlık Makarnayı süzmeden önce makarna sosuna koymak için bir miktar su kenara alınmalıdır. Bu sosun makarna özüyle daha da lezzetleneceği anlamına gelir. Makarnayı süzdükten sonra asla yıkamayın Makarna süzülürken ince delikli bir süzgeç kullanın. Bu sayede bütün su süzülmemiş olacak ve makarnanın birbirine yapışması engellenecek. En önemli konu zaman Makarna haşlandıktan ve süzüldükten sonra zaman kaybettirilmeden soslanmalı ve yenmelidir. Makarnanın güzel olmasını istiyorsanız yapılışından yenmesine geçen zamanı kısa tutmalısınız. " Makarna nasıl yapılır? "sorunun en önemli notu: Makarna soslarının hangisinin size uygun olduğunu da mutlaka iyi analiz edin. Makarnayı ne kadar güzel yaparsanız yapın eğer sos damat zevkinize uygun değilse o makarna güzel olamaz. Samsung’tan Lenovo hakkında garip açıklama! Galaxy Note 7 skandalı nedeniyle tarihinin en zor günlerini geçiren Samsung, Lenovo’yu satın alacağı yönündeki dedikodular hakkında çarpıcı açıklamalar yaptı. Güney Koreli Teknoloji devi, iddiaların çoğunun asılsız olduğunu savundu. Rivayetlere göre Samsung, milyarlarca doları gözden çıkarmıştı ve Lenovo’nun çoğunluk hissesini satın almak üzere idi. Ne var ki Uzak Doğulu şirket, ne HP (Hewlett Packard) ne de Lenovo için, yakın zamanda herhangi bir operasyonda bulunmayacağını açıkladı. İddialara göre şirket, 2 ay boyunca yoğun bir pazarlık sürecinde bulunsa da, son aşamada satın alımdan vazgeçmiş. Bu aşamada, Lenovo’nın çok yüksek fiyat talebinde bulunması etkili olmuş. Dünyanın En Büyükleri Arasında Garip Etkileşimler! Samsung’un Lenovo’yu alım işleminden vazgeçmesi, özellikle kişisel bilgisayar satışlarının dikey düşüş ile karşılaşması nedeniyle gerçekleşmiş. Eh pek de haksız sayılmazlar zira, laptop ve masaüstü PC satışları son iki yılda yüzde 30 seviyesinde gerileme gösterdi. Gerçi dev şirket, sadece günümüzü değil, tüm geçmişi de inkar ediyor. Uzak Doğulu üretici, masaüstü ve dizüstü PC alanında dahi, önceden, satın alım eylemlerinde bulunduğunu inkar ediyor. Yine de sızan dedikodular, Samsung’un son ana kadar elindeki tüm kozları oynadığı ama istediği rakamlara ulaşan bir teklifle karşılaşmadığı için geri adım attığı yönünde. Antalya'da okul duvarına yazı yazan iki kardeş polise ifade verdi. Antalya'da okulun duvarına yazı yazan biri 6, diğeri 13 yaşındaki iki kardeş, okul müdürünün şikayetiyle polis merkezinde ifade verdi. Muratpaşa ilçesi Yalı Caddesi'nde oturan 28 yaşındaki Şerife Gürüzmaden, 17 Eylül'de misafirlerinin 2 çocuğu ve kendi çocukları 6 yaşındaki U.A.U. ile 13 yaşındaki S.K.'yı parka oynamaya gönderdiğini, ancak çocukların parktan İrfan İlkokulu'nun bahçesine geçtiğini söyledi. Çocukların boyayla okulun duvarlarına "Yarıda kalan umutlar gibi kaçarak büyüdüm" ve okul müdürüne küfür yazdığını anlatan Gürüzmaden, yazıları gören okul müdürü Uğur Kaya'nın 18 Eylül'de evlerine gelerek kızına bağırdığını iddia etti. Okul müdürünün kızına "Bunu senin yanına bırakmayacağım" dediğini ileri süren Gürüzmaden, yazıları silmeyi önerdiğinde ise müdürün bu teklifi reddettiğini vurguladı. KIZINI OKULA KAYDEDEMEDİ Şerife Gürüzmaden iki çocuğunun kaydını bu okula yaptırmak istediğinde ise okul yönetiminin zorluk çıkardığını öne sürdü. Oğlunu zorlukla kaydettirdiğini belirten Gürüzmaden, adresi uygun olmasına rağmen kızının kaydının yapılmadığını iddia etti. ÇOCUKLAR POLİSE İFADE VERDİ İki gün önce polisin telefonla arayarak kızıyla kendisini ifadeye çağırdığını anlatan Gürüzmaden, şöyle konuştu: "Okul müdürünün duvardaki yazılarla ilgili şikayeti dolayısıyla kızım ile karakola çağrıldık. Önce benim ifademi aldılar. Daha sonra oğlumun da ifadesinin alınacağı söylendi. Ailem oğlumu da karakola getirdi. Ben çok sinirlenince eve döndüm, anne ve babam çocukların yanında kaldı. Çocukların ifadesi Çocuk Şube'de alınmış. Sabaha karşı saat 03.30'da eve döndüler. Çocuklarımın psikolojisi bozuldu." Okul müdürü Uğur Kaya ise iddialarla ilgili yanıt verecek pozisyonu olmadığını, olayla ilgili hukuki sürecin devam ettiğini kaydetti. 'Benden iyisini bulurlarsa giderim' “Neyin yanlış gittiğini biliyorum ve bunu başkanımızla da konuşacağım. Bu garip bir meslek. Real Madrid için iyi olabilirken F.Bahçe için olmayabiliyorsunuz. Ben kendim için değil kulüp için buradayım. Benden iyisini bulurlarsa devam etsinler.” SEZONA beklentilerin çok gerisinde bir başlangıç yaparak Süper Lig’de ilk 7 hafta itibarıyla sadece 9 puan toplayabilen F.Bahçe’de teknik direktör Dick Advocaat yakın zamanda başkan Aziz Yıldırım ile bir görüşme yapacağını söyledi. Aytemiz Alanya karşısında oynanan futboldan hiç memnun olmadığını maç sonunda yayıncı kuruluşa yaptığı açıklamada itiraf eden Hollandalı hoca, oyuncularını eleştirmekten de geri kalmadı. Advocaat’ın sözleri özetle şu şekilde: “ÇOK üzücü, hayâl kırıklığı yaratan bir skor aldık. Ligin üst sıralarında olmak istiyorsanız evinizdeki maçları kazanmalısınız. Kendi sahamızda 4 maç oynadık ve sadece 6 puan alabildik. Bu durum hiç iyi değil. Neler olduğunu, neyin yanlış gittiğini bulmak lazım. ‘KULÜP İÇİN BURADAYIM’ BEN bunların neler olduğunu biliyorum ancak herkesin önünde söylemem doğru olmaz. Bu konuyu kapalı kapılar ardında konuşmak gerekiyor. Ben sorunlarımızın ne olduğunu görüyorum ve bunları başkan ve yönetimle konuşacağım. TEKNİK direktörlük gerçekten çok garip bir meslek. Bazen Real Madrid için iyisindir ama F.Bahçe için değilsindir. Kulüp benden iyisini bulursa devam edebilirler. Ben kendim için değil kulüp için buradayım. Her zaman fikrinizi söyleyemiyorsunuz. Ben bazı oyuncularımızın gelişebileceğini bazılarının ise gelişemeyeceğini düşünüyorum.” Papa'dan garip darbe yorumu Katoliklerin ruhani lideri ve Vatikan Şehir Devleti Başkanı Papa Francesco, darbe girişimi sonrası Türkiye’de yaşananlar hakkında neden hiç konuşmadığına açıklık getirdi. Papa, “Bu konuda konuşmadım, çünkü aldığım bilgilere göre henüz orada ne olduğundan emin değilim” dedi. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Papa'ya yanıt olarak "Adamlarını göndersinler, 100 kişiyi çevirsinler, 99 kişi bu FETÖ darbesi demezse ben de bir şey bilmiyorum." Katolik Kilisesi’nin 2 yılda bir düzenlediği Dünya Gençlik Günü sebebiyle 27-31 Temmuz tarihleri arasında Polonya’ya bir ziyaret gerçekleştiren Papa Francesco, Roma’ya dönerken uçakta basın toplantısı düzenledi. Bir gazeteci Papa’ya Türkiye’yle ilgili şu soruyu yöneltti: “Darbe girişimi sonrası Türkiye’deki baskı, belki de askeri darbeden daha beter: askerler, yargıçlar, diplomatlar, gazeteciler. 13 binden fazla kişi tutuklandı, 50 binden fazla kişi görevinden alındı. Bir tasfiye yapıldı. Erdoğan, kendisini eleştirenlere ‘Siz kendi işinize bakın’ diye cevap verdi. Siz şimdiye kadar neden bu konuda konuşmadınız? O ülkedeki Katolik azınlığa yansımaları olacağından mı korkuyorsunuz?” "ORADA NE OLDUĞUNDAN EMİN DEĞİLDİM" Papa ise, geçen yıl 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak nitelemesi ve bunu takiben Türkiye’nin verdiği tepkiyi kastederek, “Sonuçlarını bildiğiniz üzere, Türkiye’nin hoşuna gitmeyen bir şey söylemem gerektiğinde bunu söyledim, fakat ondan emindim. Söylediğimden emindim. Şimdi ise konuşmadım, çünkü aldığım bilgilere göre henüz orada (Türkiye’de) ne olduğundan emin değilim” diye karşılık verdi. Papa, “Devlet Sekreterliği’ne gelen bilgileri ve bazı önemli siyasi analizcileri dinliyorum. Devlet Sekreterliğimizle bu durum üzerinde çalışıyoruz ve hala bu net değil” diye sözlerini sürdürdü. Katoliklere kötülük gelmesinden her zaman kaçınılması gerektiğinin doğru olduğunu söyleyen Papa, “Ancak gerçek pahasına değil. Dikkatli olmak erdemdir, ama sizler, Türkiye’yle ilgili bir şey söylemem gerektiğinde bunu söylediğimin şahidisiniz” ifadelerini kullandı. PAPA ELEŞTİRİLMİŞTİ 15 Temmuz’daki darbe girişimi üzerine Papa herhangi bir açıklama yapmazken, Vatikan Şehir Devleti Sekreteri (Başbakan) Kardinal Pietro Parolin ise Türkiye’de bu girişim sonrası yaşanan gelişmelere ilişkin, “Bunlar pozitif gelişmeler değil. Herkes için endişe kaynağı” yorumunu yapmıştı. Parolin, darbe girişimi sonrası bu ülkedeki mevcut durumun üstesinden insan hakları ve hukukun üstünlüğü kriterleri doğrultusunda gelinebilmesi gerektiğini de söylemişti. Roma merkezli İl Messaggero gazetesi ise Papa’nın, darbe girişiminin hemen ertesindeki Pazar duasında Kabil ve Münih saldırılarında ölenler için dua etmesine rağmen, darbeye karşı gelirken Türkiye’de ölen çok sayıda sivili anmamasını eleştirmişti. “İSLAM, TERÖR DİNİ DEĞİLDİR” Öte yandan Papa, IŞİD terör örgütünün üstlendiği, Fransa’nın kuzeyindeki Rouen kenti yakınlarında bir kilisede silahlı kişilerin düzenlediği saldırıda Rahip Jacques Hamel’in öldürülmesi üzerine de konuştu. Polonya gezisi öncesi dünyanın bir savaşta olduğu, ancak bunun dinler arası bir savaş olmadığı yönündeki açıklaması hatırlatılan ve “Siz, dinlerin barış istediğini söylemiştiniz, ancak o rahip İslam adına öldürüldü. Siz terörizm hakkında konuştuğunuzda neden ‘İslam’ kelimesini telaffuz etmiyorsunuz?” sorusu üzerine Papa, şu sözleri kaydetti: “İslami şiddetten bahsedilmesi hoşuma gitmiyor, çünkü her gün gazete sayfalarında şiddet görüyorum, burada İtalya’da: birisi nişanlısını ya da kayınvalidesini öldürüyor ve bu şiddet yanlıları vaftiz edilmiş Katolikler. İslami şiddetten bahsedeceksem o halde Katolik şiddetinden de bahsetmeliyim değil mi? İslam’a inananların hepsi şiddet yanlısı değildir. Bir meyve salatası gibi dinlere de şiddet yanlıları karışmıştır. Şu bir gerçektir: hemen hemen tüm dinlerde her zaman küçük bir köktendinci grup vardır. Bizde de var.” İslam’ın terör dini olduğunu söylemenin doğru olmadığını ifade eden Papa, “Köktendinci gruplar var. Örneğin sözde IŞİD’in, zorba bir İslam devleti görünümünde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu sadece küçük bir grup. İslam’ın terör dini olduğu gerçek değildir, bu söylenemez, bunu söylemek doğru değildir” diye konuştu. İslam’ı şiddetle tanımlamanın doğru olmadığını dile getiren Papa, Mısır’daki El Ezher Camii’nin baş imamı Şeyh Ahmed el Tayib’le Mayıs ayında Vatikan’da buluşmalarına da değinerek, “Onunla uzun bir sohbetim oldu, onlar barış ve buluşma istiyor… Birlikte iyi yaşanabilir” dedi. KURTULMUŞ: ADAMLARINI GÖNDERSİNLER Papa'nın bu sözlerinin ardından Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, "Hemen adamlarını göndersinler, gelsinler Türkiye’de yoldan geçen 100 kişiyi çevirsinler, 99 kişi bu FETÖ darbesi demezse ben de bir şey bilmiyorum." ifadelerini kullandı. İngiliz polisinden bir garip tavuk soruşturması Bir tavuk, Londra’nın liman kenti Dundee’nin en işlek caddelerinden birinde karşıdan karşıya geçmeye çalışınca İngiltere’de günün konusu oldu. Olay, Londra Polisi’nin Facebook’tan paylaştığı mesajla ortaya çıktı. Polis, Dundee’nin en işlek caddelerinden birinde sürücülerin karşıdan karşıya geçmeye çalışan tavuk yüzünden sıkıntı yaşadığı ‘ihbarı’ aldı. Bunun üzerine olay yerine giden polis, tavuğu yolda korkmuş bir vaziyette buldu. Ardından da hayvanları koruma derneği yetkililerine teslim etti. POLİS FACEBOOK’TAN MESAJ YAYINLADI Tavuğun o caddeye nasıl geldiğiyle ilgili soruşturma başlatan polis, Facebook sayfasından durumu şöyle anlattı: “Bu sabah saat 08.30’da East Marketgait, Dundee’de bir tavuğun sürücülere sıkıntı yarattığı ile ilgili ihbarlar üzerine polis memurları olay yerine vardı. Tavuk emniyetli ve iyi bir şekilde polis merkezine getirildi. SSPCA (İskoçya’da bulunan bir hayvanları koruma derneği) ile irtibata geçildi ve tavuğun sahibi bulunana kadar tavukla ilgilenilecek. Polis, tavuğun neden yolu karşıdan karşıya geçtiğiyle ilgili soruşturma başlatmıştır.” SOSYAL MEDYADA OLAY OLDU Polis yetkililerinin sosyal medyada paylaştığı bu yazının ardından ise Facebook kullanıcıları olayla ilgili eprili mesajlar paylaşmaya başladı. Facebook kullanıcılarının yorumlarından bazıları şu şekilde: Debbie Strachan: ‘Büyük kaçış!’ Muhtemelen pişirilmek üzereydi.’ Femi Smith: ‘Tavuk Nandos’a (tavuk restoranı) mı gitmeye çalışıyordu acaba?’ Cinsel ilişki sırasında korkunç kaza Vietnam'da oldukça garip bir kaza yaşandı. 59 yaşındaki bir adamın ilişki sırasında cinsel organı tamamen kırıldı. Korkunç kaza adam cinsel ilişikiye girdiği sırada pozisyon değiştirmek isterken gerçekleşti. Hastaneye kaldırılan adam için maalesef çok geçti. Doktorları dahi şaşkına çeviren olayda 59 yaşındaki adamın penisi kökünden kırılıp morarmış durumdaydı. Doktor Mai Ba Tien Dung "Hasta getirildiği zaman penisinde aşırı şişme ve morluk vardı. Cinsel organı tam vücut ile birleştiği noktada kırılmıştı" dedi. Oldukça acı veren bir sürecin ardından adamın penisi ameliyat ile eski yerine bağlandı. Doktor Dung tam ereksiyon halinde böyle bir olayın gerçekleşmesinin çok az bir ihtimal olduğunu söyledi. İsmi açıklanmayan adam egzotik olması haricinde hangi pozisyonda penisini kırdığını açıklamadı. Serdar Kurtuluş: "Şenol Hoca ile Garip Bir Duruma Düştüm" Bursaspor'un tecrübeli ismi Serdar Kurtuluş, eski hocası Şenol Güneş ile garip bir duruma düştüğünü belirterek, "Ya ben onu anlamadım ya o beni anlamadı gibi bir şey oldu. Ortada buluşamadık" dedi. Yeşil-beyazlı takımın sezon başında Beşiktaş'tan kadrosuna kattığı 29 yaşındaki defans oyuncusu Serdar Kurtuluş, kulübün resmi yayın organı Bursaspor Dergisi'ne açıklamalarda bulundu. Ligi ilk 5 içerisinde bitirmeyi hedeflediklerini belirten Kurtuluş, "Benim hedefim bu. Çünkü Bursa şehri ve Bursaspor camiası bunu hak ediyor. Oyuncu grubumuz da bunu başarabilecek güçte. Kişisel olarak da 3 yıllık bir imza attım ve ilk 3 yılımı burada çok iyi bir şekilde tamamlayıp, daha sonra yine burada devam etmek istiyorum. Aksi bir durum olmadığı müddetçe burada kalmak istiyorum. Birçok başarı, şampiyonluk yaşadım. Benim için alacağım her başarı kariyerim için önemlidir. Bursaspor'da bu potansiyel mevcut. Umarım burada da kupalar kaldırırım" dedi. "Şenol Hoca ile garip bir duruma düştüm" 'Hamza hoca ile iletişimin nasıl?' sorusunu yanıtlayan Serdar Kurtuluş, "Çok iyi. Hamza hoca herkesle konuşabilen bir teknik adam. Bu hoca için çok önemli bence. Oynayan, oynamayan herkesle iletişim içinde. Bir sıkıntı olduğu zaman gidip rahat rahat konuşabiliyorsun. 'Gitsem konuşsam, ne der acaba' diye düşünmüyorsun. Onun kadar rahat iletişim kurulabilen başka bir hoca ile çalışmadım. Aslında hocalarla sıkıntı yaşayan bir insan değilim. Bir tek Şenol hoca ile garip bir duruma düştüm. ya ben onu anlamadım ya o beni anlamadı gibi bir şey oldu. Ortada buluşamadık" diye konuştu. "Batalla'yı bıraktığınızda sizi perişan eder" Arjantinli yıldız Pablo Martin Batalla hakkında övgü dolu sözler sarf eden Serdar, "Pablo ile daha çok rakip olarak karşı karşıya gelmiştik. Saha içinde oldukça zeki bir oyuncu. Gol noktalarına iyi girebilen, takımı atağa çıkarabilen, yetenekli ve onun yanında gerçekten zeki bir oyuncu. Fizikli bir oyuncu değil belki, baktığınızda 'tutarım' diye düşünürsünüz ama bıraktığınızda sizi perişan eder. O derece akıllı bir oyuncu. Oynarken de zaten zorluklar çıkartıyordu. Böyle bir oyuncunun takımda olması şans. Şehir olarak sevilen bir insan. Umarım bu futbolunu ve sevgisini devam ettirerek futbolu burada bırakır. Benim gönlüm bundan yana. Çünkü çok iyi bir karaktere sahip ve takım içinde lider bir oyuncu. Özellikle ofansif anlamda takımımız için çok iyi işler yapacak kapasiteye sahip. İnşallah hem bu yükü kaldırır, hem de bu güzel insan oluşunu devam ettirir ve Bursaspor'a kendini efsane isim olarak yazdırır. Benim gönlüm böyle ister" dedi. Sevgilisinden Garip Teklif Almış Kadınlardan İtiraflar Kadınlar ve erkekler arasındaki farklar bugüne kadar sayısız konuşmaya konu olmasına rağmen hala bazı farklılıklar bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Mesela kadınlar tüm "garip" yönlerini erkeklerden daha rahat gösterebilirken erkeklerin tuhaflıkları çoğu zaman ilişkinin gelecek aşamalarındaki garip talepleriyle ortaya çıkıyor. Sevgiliniz bir kez sizinle rahat hissettiğinde gerçekte olduğu kişiyi size gösterip tüm karanlık ve tuhaf isteklerini gerçekleştirmenizi sizden talep edebilir. Kadınların talepleri ise aşağı yukarı tahmin edilen cinstendir. Biraz sevgi, biraz ilgi ve bazen de güzel bir akşam yemeğinde keyifli vakit geçirmek. Erkeklerse kimi zaman garip isteklerle gelebilir, işte Amerikalı kadınların ilişkilerinde başlarına gelen "tuhaf" sürprizlerin sorulduğu bir ankette alınan cevaplar. DAVETSİZ MİSAFİR Eski sevgilim ilişkimizin ikinci ayında başka biriyle üçlü bir ilişki yaşamayı teklif etti. Başka bir erkekle! Meagan, 24 SEVGİLİ İZNİ Eski sevgilim akşamdan kalma olduğu bir gün itibar sahibi olduğu iş yerini arayıp hasta olduğunu söyleyerek, patronundan onun yerine izin almamı istedi. Ve ben de bunu yaptım! Sara, 28 KOLAY PARA İlişkiye başladığım adam bir buluşmamızda beni yarım saat içerisinde 1000 dolar kazanabileceğime ikna etmeye uğraştı. Yapmam gereken tek şey yüzümde deri bir maskeyle yarım saat boyunca bir başka kadını kamera karşısında tokatlamaktı. Sonra sevgilimin bir cinsel içerikli film yıldızı olduğu ortaya çıktı. İlişkimiz iki ay daha sürdü Morgan, 26 AKSESUAR HIRSIZI "Heteroseksüel" erkek arkadaşım bir keresinde benden saç spreyimi ve yüz nemlendiricimi istedi. Üstelik yatarken de hep benim iç çamaşırlarımı giyiyor. Ve o garip adamla hala beraberim, dolayısıyla adımı gizleseniz iyi olur. Rumuz: Sue, 24 İLERİ GÖRÜŞLÜLÜK Bana çok garip isteklerde bulunan bir erkek arkadaşım vardı. Bir keresinde 6 ay sonrası için yaptığı planı açıklayarak "kendini 6 ay sonra gireceğimiz cinsel ilişki için hazırla" talimatında bulunmuştu. Neden 6 ay dediğini hala bilmiyorum ve böyle bir duyuruya kulak asmak mı? Sanmıyorum… Torie, 32 EKSİKLİK Bugüne kadar kimse bana tuhaf isteklerde bulunmadı ve bunun eksikliğini hissediyorum. Acaba ben çirkin miyim? Rumuz: Taliplerini Bekliyor, 27 FAZLA KISKANÇLIK Sevgilim yakın erkek arkadaşlarımla dışarı çıktığım bir gece eve döndüğümde "onların üzerime sinen parfümlerinin kokusundan hoşlanmadığı için" duş almamı istemişti. O kokunun yalnızca votka olduğunu söylemeye cesaret edemedim. Carly, 29 HAYALLERİN BEDELİ Erkek arkadaşım hayalinin Ikea'da satılan tabakları frizbi gibi fırlatmak olduğunu söyleyince ben de ilişkinin başlarında olduğumuz için onun bu hayalini gerçekleştirerek ne kadar eğlenceli olduğumu ispatlamak istedim. Bu ispat bana 125 dolarlık hasara mal oldu. Jackie, 26 SANAT İÇİN SOYUNMAK Eski erkek arkadaşımla elit bir galerideki resim sergisindeydik. Boyanın kokusundan ve ortamın sessizliğinden olacak ki sevgilim oradaki duvar halılarından birinin arkasında ilişkiye girmeyi teklif etti. Kabul ettim. Ama galerideki güvenlik görevlisinin bu gördüklerini hala unutamadığına emin gibiyim. Sharon, 29 UZLAŞMA Kısa bir elbiseyle dışarı çıkıp erkek arkadaşımın evinde kaldığım bir gün evime gitmek için ondan eşofman ödünç almak istemiştim. Bana takım elbisesinin pantolonunu getirip beni en az eşofman kadar rahat olduğuna ikna etmeye çalıştı. Sonunda basketbol şortu giymemde uzlaştık. Neyse ki ne o bir daha bana iş kıyafetlerini giydirmeye çalıştı ne de ben o pantolonun eşofman kadar rahat olduğunu ikna oldum. Alex, 22 Merak Edilen Ama yanıtı bulunamayan bir garip olay!Kamu personeli alımı öncesinde yapılan mülakat sınavlarında sırf Alevi olduğu için elendiğini açıklayan adayların sayısı artıyor. Bu haberler Alevi toplumu içinde giderek artan bir tedirginlik yaratıyor.Kendisi de bir kamu çalışanı olan Dicle Üniversitesi, öğretim üyesi Doç. Dr. Aziz Yağan, basına yansımayan bu tür hak ihlallerinin peşine düştü. Alevi derneklerine, analara, pirlere ve sosyal medya gruplarında duyuru yaptı ve yaşadıklarını aktarmalarını istedi. Amacı Kamu Personeli Seçme Sınavı'ndan (KPSS) yüksek puan almasına karşın mülakattan düşük not verilerek elenen Alevi adayların maruz kaldıkları davranışları, mesleki içerikte olmayan mülakat soruları ilgili bilgileri derleyip ilgili kamu birimlerine iletmek. Yağan "Liyakata dayalı mülakat ve değerlendirme talep ediyoruz" diyor.Aziz Yağan ile kamu personeli sınavlarında yapılan sözlü mülakatlarda Alevilere yönelik ayrımcı ve olumsuz tavrın arttığına nasıl karar verdiğini; bu çalışmayı neden yapmaya gerek duyduğunu Bianet'e verdiği röportajda açıkladı.Kaynak: Merak Edilen Ama yanıtı bulunamayan bir garip olay! Macaristan’dan bir garip vinyet cezası HALI yıkama şirketi olan Mahmut Terkeş, işi gereği zaman zaman karayoluyla Macaristan üzerinden Bulgaristan’a gittiğini ifade etti. Son olarak Haziran ayında Macaristan’dan geçen Mahmut Terkeş, 11.67 Euro’ya denk gelen vinyeti ödedi. Ancak Ağustos ayında vinyeti ödemediği gerekçesiyle Ungarische Autobahn Inkasso GmbH şirketi tarafından kendisine 136.31 Euro’luk ceza gönderildi. Bu yıl aynı olayı ikinci kez yaşadığını belirten Mahmut Terkeş, “Sadece benim değil aynı şey bazı arkadaşlarımın da başına geldi” diye konuştu. MAKBUZLARI SAKLAYIN Ödediği vinyet makbuzlarını bulduğu halde Ungarische Autobahn Inkasso GmbH ile yaptığı görüşmelerden bir sonuç elde edemediğini anlatan Mahmut Terkeş, hukuki yollara başvurmaya hazırlanıyor. Terkeş, “Meblağlar çok yüksek. 12-13 Euro gibi bir para ödüyoruz. Tekrar bize arkadan gelen 135 Euro. ’10 gün içinde ödemezseniz 286 Euro’ya çıkacak’ diye bize mektupla bildiri gönderiyorlar. Ben ödedim. Bu ikinci kez tekrar yaşadığım. Daha sonra otoban paralarının fişlerini buldum. Ödediğim paraları karşı tarafa beyan ettim ala cevap alamadım” dedi. Türk yetkilileri bu konuda duyarlı olmaya çağıran Mahmut Terkeş, izin dönüşü Macaristan’dan geçecek olan Türkleri ise makbuzlarını saklamaları konusunda uyardı. Milli Takım'ın rakibi İzlanda'da garip uygulama! A Milli Takımın Dünya Kupası I Grubu rakiplerinden İzlanda'nın hocası, Finlandiya ve Türkiye maçları öncesi çok konuşulacak bir açıklama yaptı. A Milli Takımın Dünya Kupası I Grubu rakiplerinden İzlanda'nın Teknik Direktörü Heimir Hallgrimsson, Reuters'e önemli açıklamalar yaptı. Yardımcılığını yaptığı Lars Lagerbäck'ın emekli olması ile İzlanda Milli Takımı'nın başına geçen Heimir Hallgrimsson, asıl mesleği olan dişcilikle alakalı olarak "Randevu almıyorum ama parmaklarımı meşgul tutmak için 1-2 özel müşterim var. Aslında çok iyi bir dişçiyim." dedi. BAR 400 KİŞİYİ AĞIRLIYOR! Taraftarlar ile aralarında özel bir bağ olduğunu belirten İzlandalı teknik adam, 2012 yılından beni uyguladıkları gelenekselleşmiş bir etkinliklerinide açıkladı. 2012 yılında Faroe Adaları ile yaptıkları dostluk maçı öncesi İzlanda Milli Takımı taraftar grubu Tolfan'ın gittiği bir bara uğrayan Lars Lagerbäck ve Hallgrimsson, buradaki taraftar ile kadroyu ve maçlarda kullanacakları taktikleri sebepleri ile beraber konuştuklarını açıkladı. Bundan sonra İzlanda'nın evinde oynadığı her maçtan önce bunu gelenek haline getirdiklerini belirte Hallgrimsson, 15 civarında kişi ile başladıkları etkinlikte şu anda barın 400 kadar kişiyi ağırladığını söyledi. Heimir Hallgrimsson "Bizim taraftarımız ile aramızda çok değişik, benzersiz bir bağ var. Bu bağ bozulmaması lazım. Bende Lars Lagerbäck'ın başlattığı bu etkinliğe devam ettiriyorum. Taraftarımızda bu etkinliğe gerekli özeni gösteriyor. Barda kesinlikle herhangi bir kayıt yapılmıyor ve basına sızan bir bilgi olmuyor" şeklinde konuştu. OYUNCULARIM ÇOK AKILLI Birçok oyuncularının İngiltere Premier Lig ve Championship takımlarında oynadığını belirten Heimir Hallgrimsson "Oyuncularım takım seçerken çok akıllı, zeki ve mantıklı davranıyorlar. Gidip yedek kulübesinde oturacakları takımları değil, ilk 11'de forma giyebilecekleri takımları tercih ediyorlar. Bizimde onlara tavsiyemiz bu zaten. Bu şekilde ancak formlarında düşüş yaşamazlar" ifadelerini kullandı. HEDEF İKİ MAÇTA DÖRT PUAN EURO 2016'dan sonra takımdan beklentilerin yükseldiğini belirten Hallgrimsson, 2018 Dünya Kupası Avrupa Elemeleri'nde Hırvatistan, Ukrayna ve Türkiye'nin de yer aldığı grubun elemelerde yer alan en zor grup olduğunu söylerken, EURO 2016'da da mücadele eden dört takımın yer aldığı tek grubun kendilerininki olduğunu hatırlattı. Hallgrimsson, yarın Finlandiya ve Pazar günüde Türkiye'yi kendi sahasında ağırlayacak olan takımının bu iki maçtan dört puan çıkarmasının "fantastik" olacağını söyledi. GENÇLERİMİZDE BAŞARILI Genç Milli Takımlarının da çok başarılı olduğunu belinten İzlandalı teknik adam "İzlanda'nın futbol geleceği çok parlak. Artık bizi kimse hafife almamalı" diye konuştu. Garip bir kaza! Tren 4 fili ezdi Sri Lanka’da yolcu treninin fil sürüsüne çarpması sonucu dört fil yaşamını yitirdi. Zaman zaman benzer kazaların meydana geldiği Sri Lanka’da son kazanın şimdiye kadar olan en ölümlü kaza olduğu belirtiliyor. Sri Lanka gazetelerinin haberlerine göre, Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’ya gitmekte olan yolcu treni başkentin 250 kilometre kuzeyinde Madu och Cheddikulam kentleri arasındaki ormanlık alanda fil sürüsünün içine daldı. Yöredeki bir polis yetkilisi fil yavrularından birinin çarpmadan sonra 300 metre sürüklendiğini belirtti. Sri Lanka’da fillerin kutsal sayılmasına karşın her yıl iki yüze yakın filin kazalar sonucu veya kızgın köylüler tarafından öldürüldüğü, 1900 yılları başlarında sayıları 12 bini bulan fil nüfusunun bugün 7 bine kadar indiği belirtildi. Ağabeyinin sevgilisini bıçaklayan kızdan bir garip açıklama "Dışarı çıktığımda Dilan boğazıma sarıldı, Serap da çantayla vurmaya başladı. Korkutmak amacıyla bıçağı salladım. Öldürme amacım yoktu. Ben elimde bıçakla Dilan'ı kovalamadım" Adana'da ağabeyinin sevgilisini bıçaklayarak yaraladığı gerekçesiyle 22 yıla kadar hapsi istenen 18 yaşındaki Remziye D., korkutmak için bıçağı rastgele salladığını öne sürdü. Temel D., bir süre önce 21 yaşındaki Serap B. ile arkadaşlık kurdu. Temel D.'nin kız kardeşi Remziye D. ise bu ilişkiye, iddiaya göre Serap B.'nin daha önce bir evlilik yapmış olması nedeniyle karşı çıktı. 11 Mayıs'ta 18 yaşındaki kız kardeşi Dilan ile birlikte alışverişten dönen Serap B., merkez Seyhan İlçesi'nin Kuruköprü Mahallesi'nde bulunan Remziye D.'nin iş yerinin önünden geçti. Bu sırada kardeşleri gören Remziye D. dışarı çıktı. Taraflar arasında başlayan sözlü tartışma sonrası Remziye D., eline aldığı bıçakla Serap B.'yi ve kendisine engel olmak isteyen çalışma arkadaşı Çiğdem A.'yı bıçakla yaraladı. Serap B. ile Çiğdem A., Çukurova Aşkım Tüfekçi Devlet Hastanesi'nde tedaviye alınırken yakalanan Remziye D., tutuklandı. "ÖLDÜRME AMACIM YOKTU" Remziye D., Serap B.'yi kasten öldürmeye teşebbüs suçundan 15 yıla kadar, Çiğdem A.'yı yaralama suçundan 4.5 yıla kadar ve Dilan B.'yi yaralamaya teşebbüs suçundan ise 2.5 yıla kadar olmak üzere toplam 22 yıla kadar hapis cezası istemiyle Adana 5'inci Ağır Ceza Mahkemesi'ne ilk kez hakim karşısına çıktı. Serap ve Dilan B.'nin çalıştıkları iş yerinin önüne geldiğini belirterek, "Dışarı çıktığımda bana küfür edip tehdit ettiler. Cevap vermeden içeri girdim. Daha sonra tekrar dışarı çıktığımda küfür ve hakaretlerine devam edince yanlarına gittim. Amacım olayı yatıştırıp onları iş yerinden uzaklaştırmaktı. Dışarı çıktığımda Dilan boğazıma sarıldı, Serap da çantayla vurmaya başladı. Korkutmak amacıyla bıçağı salladım. Öldürme amacım yoktu. Ben elimde bıçakla Dilan'ı kovalamadım" diye savunma yaptı. Dilan ve Serap B. ise Remziye D.'nin kendilerini tehdit edip bıçakla saldırdığını söyleyerek şikayetçi oldu. Mahkeme heyeti, Remziye D.'nin tutukluluk halinin devamına karar vererek duruşmayı erteledi. Yavuz Bingöl: Garip bir durum var Geçtiğimiz akşam Cihangir’de arkadaşları ile bir mekandan çıkarken görüntülenen Yavuz Bingöl, Arda Turan ve Fatih Terim'e yönelik eleştirilere tepki gösterdi. Tatil için Ayvalık veya Çeşme’yi tercih edeceğini belirten Yavuz Bingöl, "Yazdan sonra yeni çalışma olacak mı?" sorusuna, "Dizi var. Çekimlerine erken başlayacağız gibi görünüyor. Seyirci toplayalım diye diğer diziler gibi Ağustos’un sonu değil de Temmuz sonu Ağustos başı gibi erken yayına gireceğiz" yanıtını verdi. Uçankuş'un haberine göre; yeni albümüyle ilgili müjdeyi veren ünlü türkücü, "Albüm son haline geldi. Belki yıl sonuna doğru onu çıkartırım. İçinde 10 tane yeni şarkım var. Yüzde 90’ı bana ait. Annemden sürprizlerim var. Belki 3-5 şarkı da annemden okuyabilirim. O yüzden albümün adını da ‘Annem ve Ben’ koydum" dedi. 2016 Avrupa Şampiyonası’nın TRT’de canlı yayınlanmasından dolayı diziye ara veren Bingöl, A Milli Takımımız'la ilgili olarak ise kaptan Arda Turan ve teknik direktör Fatih Terim’e söylenenlerin çok çirkin olduğunu vurguladı. Ünlü türkücü, "Futbol bu, her türlü sonuç var. Ne Arda'ya, ne Fatih Terim'e yapılan hakaretler yanlış. Garip bir durum var ortada. Turnuvaya katılmak önemli. Sosyal medya icat oldu, mertlik bozuldu. Herkes kafasına göre şeyler yazıyor" şeklinde konuştu. RTSO’DAN GARİP TEKLİF Rize Ticaret ve Sanayi Odası (RTSO) Başkanı Şaban Aziz Karamehmetoğlu, Rize Belediyesi gelirlerinin arttırılabilmesi için inşaatlara fazla kat verilmesini teklif etti. RTSO Başkanı Şaban Aziz Karamehmetoğlu, katıldığı bir televizyon programında Rize Belediyesi’nin çalışmalarını değerlendirip, Belediyecilik hizmetlerinin daha iyi olabileceğine vurgu yaptı. Karamehmetoğlu, ““Belediye Başkanımız görevi devraldığı günden bu yana beş kez Özel Kalem Müdürünü değiştirdi. Dört kez Zabıta Müdürünü değiştirdi. Alt kadrolarda da çok sayıda değişiklikler yapılmış. Bir arayış var ama bunun bir yerde neticelenmesi lazım. Belediyecilik hizmeti takım olmadan olmaz. Mutlak olarak hizmet üretecek bir takım oluşturulması lazım. Oluşturulacak bu takım ile hareket etmek lazım. Başkanımız çok iyi niyetli bir insan. Ancak iz daha başarılı olmasını istiyoruz. Çünkü biz çocuk çocuğumuzla bu şehirde yaşıyoruz. Başkanımız ne kadar başarılı olursa çoluk çocuğumuz o kadar kaliteli bir hayat sürer“ dedi. "Belediye havayı satsın" Karamehmetoğlu, kaynak sıkıntısı yaşayan Rize Belediyesi’ne fazla kat vererek gelir elde etme teklifinde bulundu. Karamehmetoğlu, “Belediye Başkanımızın en büyüt talihsizliklerinden bir tanesi kaynak üretememesi. Bu şartlarda üretme şansı da yok. Neticede satacak 1 metre kare yeri kalmamış. Geçmişte Belediyeye ait mülklerin hepsi satılıp yenildi, bitirildi. Ancak olur veya olmaz bilemiyorum. Sadece benim görüşümdür. Rize Belediyesi hudutları içerisinde belli bir yer örnek seçilerek belediyemiz havayı satabilir. Kastım şudur. Seçilen belli noktalarda kat yükseklik sınırı mesela 10 katsa o bölge gerekli çekmeler yapılarak 30 kat vereceksin. 30 katını 15 katını para karşılığı arazi sahiplerine satacaksın. Bu şekilde örnek bir alan oluşturulabilir. Bu Rize Belediyesi’nin kurtuluşu olur diye düşünüyorum. Elbette bunu Rize’nin tamamına uygulayamazsınız. Belli bir iki mahallede bu uygulanabilir. Örnek olmak şartı ile belediyemiz bunu yapabilir” şeklinde konuştu. Bilindiği gibi Rize ile yakından ilgilenen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rize Belediyesi tarafından TOKİ’ye yaptırılan TİMYA isimli toplu konut projesindeki kat sayısını fazla bularak projenin değiştirilmesi talimatı vermişti. Müdürden bir garip mesaj Beyoğlu Anadolu, kız lisesi oluyor. Müdür velilere ve öğrencilere gönderdiği mesajda “Öğrencilerimiz kendilerini zor durumda bırakacak davranışlardan kaçınmalı” dedi. İstanbul’un tarihi okullarından olan Beyoğlu Anadolu Lisesi, kız lisesi oluyor. 1849 yılında İngiliz elçilik mensuplarının kızlarının okuması için kurulan ve 2002 yılına kadar da kız öğrencilerin eğitim gördüğü okul önümüzdeki yıldan itibaren TEOG sınavlarında sadece kız öğrencilerin başvurularını kabul edecek. Müdür İsmail Onay tarafından öğrenci velilerine gönderilen mesajla iletilirken, mesajda şu ifadeler yer aldı: “Sayın velimiz, okulumuz 2016-2017 öğretim yılından itibaren, binamızın fiziki şartları değerlendirilerek tarafımızdan yapılan teklifle kademeli olarak yalnız kız öğrenci alacaktır. Bu konuda öğrencilerimizin kendilerini zor durumda bırakacak davranışlardan kaçınmalarını önemle istirham ederiz.” Konu hakkında görüştüğümüz Onay, teklifin kendisi tarafından yapıldığını kabul ederken, teklifin gerekçeleri hakında konuşamayacağını söyledi. Okulun öğrencileri ise müdürle kararla ilgili konuştuklarını ancak müdürün kendilerine herhangi bir gerekçe göstermediğini söylediler. Eskişehir'de Bir Garip Hırsızlık Eskişehir’de bir kasaptan çalınan etler, başka bir kişi tarafından tekrar aynı kasaba satılmak istenince hırsızlık olayı aydınlandı. Edinilen bilgiye göre, Osmangazi Mahallesi'nde N.B. isimli kasabın deposundan 400 kilogram bonfile et çalındı. Kasap, bir süre sonra kendisine B.A. (30) isimli şahsın satmaya çalıştığı etlerin kendisinden çalınan etler olduğunu anladı. Yaptığı sonucunda etlerin, yanında çalışan R.Y. (38) tarafından çalındığını ve B.A., G.A., Y.P., T.E., S.Ö. ve S.D. isimli şahıslara satıldığını belirleyen kasap, polis ekiplerine durumu bildirerek şikayetçi oldu. Öte yandan iş yerinde çalışan ve etleri çalarak sattığı iddia edilen R.Y.'nin, suçlamaları kabul ettiği öğrenildi. Maddi sıkıntıları olduğu için bu şekilde davrandığını belirten R.Y., ifadesi alınmak üzere Polis Merkezi Amirliğine götürülürken, olayla alakalı soruşturma devam ediyor. Afyonkarahisar'da bir garip "trafik ışığı"-Afyonkarahisar Haberleri Afyonkarahisar’da bir kavşakta trafik ışığını görenler şaşkına dönerken, kaza nedeniyle ışık panosu parçalanınca sürücüler direkte çizgi halinde yanan uyarı ışıkları ile idare etmek zorunda kaldı. Kent merkezi Müze Kavşağındaki trafik ışıklarını gören sürücüler hayrete düştü. Edinilen bilgilere göre, önceki gün meydana gelen bir trafik kazasında ışık panosunun parçalandığı belirtildi. Bunun üzerine Afyonkarahisar Belediyesi ekipleri yeni ışık panosu gelinceye kadar direği yerine monte ederken, trafiğin aksamaması içinse direğe çizgi halinde yanan uyarı ışıkları yerleştirdi. Direğin bu halini görenler, böyle bir durumla ilk defa karşılaştıklarını söylediler. Rize'de bir garip otel! Rize'de hizmet veren bir otel, konukların bavullarının ilkel teleferikle taşınmasının yanı sıra resepsiyon, merdivenler, odalar ve tuvaletlerde bulunan tuhaf kural listeleriyle ilgi çekiyor. TELEFERİKLE TAŞIYORLAR Rize'nin Çamlıhemşin ilçesinde, bavul ve yüklerin ilkel teleferikle taşındığı otel, resepsiyon, merdivenler, odalar ve tuvaletlerde bulunan kural listeleriyle dikkati çekiyor. İlçeye bağlı dünyaca ünlü turizm merkezi Ayder Yaylası'nda, ana yola 60 metre uzaklıkta bulunan otele gelen yerli ve yabancı turistlerin bavul ve eşyaları ilkel teleferikle taşınıyor. Okan Yenigün ve Bülent Saraloğlu'na ait olan ve çevrede "Tuhaf Otel" olarak adlandırılan otel, ilginç kurallarıyla tanınıyor. Yaklaşık 5 yıl önce başlatılan uygulamayla hazırlanan kurallar, otele giden patika yola konulan tabelalar ve otel içinde çeşitli noktalara yerleştirilen listelerle konuklara duyuruluyor. CİTTUM CÖRDUM CEZDUM! Önçırak, otele gelen müşterilerin, bavulların teleferikle taşınacağını öğrendiklerinde şaşırdığını dile getirerek, "Hemen kameralara sarılıyor ve fotoğrafını çekiyorlar. 'Laz aklı', 'Karadeniz usulü' gibi yorumlar yapıyorlar. Teleferiğe, 'Cittum, cezdum, cördum' diye yazdık. Bu bizim otelin patentli sloganıdır." diye konuştu. LAZ KURALLARI VAR Önçırak, otelin bir ev gibi olduğunu, hiç kimsenin odalara ayakkabıyla çıkamadığını söyledi. Otelin 'Laz' kuralları olduğunu belirten Önçırak, "Otelin oda katlarına ayakkabıyla çıkmak kötü bir şey değil, ancak bize hep dağcı, yürüyüş ekipleri gelir. Otel ahşap olduğu için hem hijyen hem de gürültü açısından bu kurallar konuldu." dedi. Oteldeki listelerde yer alan bazı ilginç kurallar şöyle: "BURASI TUHAF OTELDİR" "Burası tuhafiye oteldir. Burada tuhaf şeylerle karşılaşabilirsiniz. Ama tuhaf şeyler talep edemezsiniz. Oda katlarına ayakkabıyla girilmez. Askeri kortejde yürür gibi topukları vurarak yürümeyiniz. Sanki odalarımız otoparka bakıyormuş gibi manzaralı oda kaprisi yapmayınız. Akşam yemekleri set menüdür. Yemek saatlerine uyunuz. Sonra meze payınızı yediklerinde gözünüz dolup dudaklarınız titremesin. Rize'nin Çamlıhemşin İlçesi Meydan Köyü sakinleri, yaylaya gitmek için Fırtına Deresi üzerine yaptırdıkları yaya köprüsünden geçen bazı kişilerin kırmızı renkli alabalıklara ve şimşir ağaçlarına zarar verdiğini görünce, ilginç bir tedbir aldı. Köprü üzerine kilitli bir kapı yaptıran köylüler, anahtarı olmayan yabancıların köprüden geçmesini ve alabalıklar ile şimşir ağaçlarına zarar vermesini önlemeye çalıştı Suriye'de garip ittifaklar! A Haber'de yayınlanan Diplomasi programına katılan Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Hikmet Genç, Suriye'deki savaşların taraflarını değerlendirdi. "İşin garip tarafı Rusya, İran, Esad Rejimi, Hizbullah, PYD, YPG, ABD ve AB bir tarafta... Böyle bir denklem dünya tarihi az çok görmüştür" dedi. "BÖYLE BİR DENKLEM ÇOK AZ GÖRÜLÜR" İşin en garip tarafı Rusya, İran, Esad Rejimi, Hizbullah, PYD, YPG, ABD ve AB bir tarafta... Böyle bir denklem dünya tarihi az çok görmüştür. Bir taraftan Esad rejimini ayakta tutmaya, butik devlet kurmaya çalışan bir Rusya var. Rusya, DAEŞ'i vuracağım diye o bölgede Esad rejiminin önünü açıyor. Yani ikisi de aynı zamanda oraya konuşlanıyor. Bunu yaparken PYD'ye destek veriyor. PYD'ye destek verirken Hizbullah gerillaları tekrar Esad'a destek veriyor. "TARİHTE ABD-RUSYA SAVAŞMAMIŞTIR" Bütün bu denklemler içerisinde Amerika var. Amerika geçen sene sonuna kadar direk olarak zaten PYD'ye silah temin etmiş durumda, Almanya silah vermiş durumda; Batı zaten PYD'ye silah veriyor. Bir bakıyorsunuz, denklem karşısında dünyada bizim bildiğimiz Amerika ve Rusya düşman ama tarih boyunca Amerika ve Rusya savaşmamıştır. Garip Öyküler – Bu bölgede ölmek yasak Norveç’in Svalbard Adaları’nın sakinleri için ölmek yasak! Kulağa oldukça ilginç gelen bu yasağın nedeni nedir? Svalbard’ın tek garip yanı bu da değil üstelik. Bölgede huzurevi yok ve öğretmenler kutup ayılarına karşı tedbirli olmak için silah taşımak zorunda... Garip Öyküler bu hafta rotasını dünyanın bittiği noktaya, Avrupa'nın en kuzey noktası Svalbard’a çeviriyor. Bu ilginç yasağın kökeni 70 yıl öncesine dayanıyor. Svalbard adalarında bulunan küçük mezarlık 70 yıl önce yeni cenazelere kapılarını kapattı. Bu kararın sebebi hava sıcaklığının çok düşük olması nedeniyle cesetlerin bozulmadığının fark edilmesiydi. Garip olayların fitili bir grup bilim insanının Svalbard’da yaptığı araştırmayla ateşlendi. Bilim insanları Svalbard mezarlığındaki bir cesetten doku örneği aldılar. Bulgular tedirgin ediciydi. Doku örneğinde, 1917 yılında çok sayıda kişinin ölümüne sebebiyet veren salgın hastalığın izleri, ölümlerden yıllar sonra hala canlıydı. Bunun üzerine Svalbard yönetimi mezarlığa yeni cenazelerin kabul edilmemesine karar verdi. BURADA ÖLMEK YASAK Yasak bu kadarla da kalmadı. Hastalığı nedeniyle durumu ağırlaşan kişiler de Svalbard’dan tecrit ediliyor ve son günlerini burada yaşayamıyor. Svalbard’da elbette beklenmedik ölümler de yaşanıyor. Bu durumda cenazeler acilen gemi ya da uçaklarla Norveç’in daha sıcak noktalarına gönderilerek burada defnediliyor. Yaklaşık bin 500 kişinin yaşadığı Svalbard Adaları’nda hava sıcaklığı -20 dereceye kadar düşüyor. BÖLGEDE HUZUREVİ YOK 12 yıl önce Svalbard’a taşınan fizyoterapist Kristin Grotting önemli bir başka soruna da dikkat çekiyor. Grotting emekli olduktan sonra ne yapacağı konusunda endişeli. Zira bölgede yaşlıların konaklayabileceği herhangi bir bakım evi ya da huzurevinin olmadığını söylüyor. Bölgede iklimin etkilerinden yaşlılar kadar çocukların da mustarip olduğunu belirtiyor Grotting... Svalbard’da huzurevinin olmadığı gibi kreşin de bulunmadığına dikkat çekiyor Grotting. Yılın yarısını karanlıkta geçiren Svalbard’lı çocukların özellikle mevsimin dönmeye başladığı son aylarda kağıtlara güneş resmi çizerek pencerelere astığını belirtiyor. ÖĞRETMENLER SİLAH TAŞIMAK ZORUNDA Svalbard’ın gariplikleri bunlarla da sınırlı değil. Bölgedeki okulların duvarları Avrupa’daki diğer okullara göre bir hayli korunaklı. Zira Svalbard’da kutup ayısı saldırıları oldukça yaygın. Bu nedenle öğretmenler tedbir amaçlı okul dışı gezilerde silah taşımak zorunda kalıyor. Öte yandan Üniversiteye başlayan her öğrenci okuldaki ilk gününü ayıları nasıl vuracağını öğrenerek geçiriyor. Öğrencilere kaçabiliyorlarsa kaçmaları eğer zorunda kalırlarsa ayıların başı yerine göğüs bölgesini hedef almaları öğretiliyor. Silahsız olmaları halinde şu tavsiyede bulunuluyor; AYILAR HUKUKA SAYGILI MI? Yerel yetkililer kutup ayısı tehdidine esprili bir dille yorum yapıyor. “Svalbard’da ölmek yasak! Ayıların bu yerel yasalara ayak uydurup uydurmayacağı da ayıların hukuka olan saygısını gösteriyor.” Diğer taraftan bölgede ayıları nedensiz yere öldürmek ve avlanmak da yasak. Bir kutup ayısını öldürdüğünüzde bunun nefsi müdafaa olduğunu Svalbard yönetimine bildirmek zorundasınız. TSK, AKP, Cemaat ve bir garip darbe girişimi Her şeyiyle tarihin en kötü planlanmış, Cemaatçi subayların garip darbe girişimi Cemaatin intiharıyla sona erdi. Askerimiz ve polisimiz, asker kılığına girmiş Cemaatçi teröristlerle ölümüne çatıştılar, esir alınan komutanlarını kurtardılar, yaralandılar, şehit oldular ama beklenmedik düşmanı da durdurdular. Her şeyden önce Cemaat gibi, eli kolu nereye kadar uzanıyor kimsenin bilmediği çıkar amaçlı bir İslamcı çetenin TSK içindeki tüm gücü artık ortadan kalkmıştır ve Cuma gecesi gördük ki bu çok önemlidir. F16 jetlerini, tanker uçaklarını, Sikorsky helikopterleri, Fırkateyn gemileri, tankları, binlerce askeri, Genelkurmay'dan bir Allah'ın kulunun haberi bile olmadan Türkiye'nin birçok askeri birliğinden çıkartabilecek ve kendi askeri birliklerine, özel kuvvetlerine, özel harekatçılarına, çevik kuvvetine, MİT'ine, hatta TBMM'sine ve sokaktaki vatandaşına bile saldırabilecek, öldürebilecek kadar cani ruhlu olduklarını hep birlikte şok içinde izledik... TSK'nın komuta kademesinin bu ölçekte bir darbe girişiminin farkına varamaması, askeri istihbarat ekiplerinin ve MİT'in bu kalkışmadan haberdar bile olamaması vahim olamayacak kadar gerçek dışıdır. Bence bu ölü doğan girişimin istihbaratı vardı ancak tamamen kendine bağladığı için sadece RTE'yle ve etrafındaki çok dar bir kadroyla paylaşıldı ve bu çok tehlikeli girişimin istihbaratı ilgili birimlerle, kurumlarla paylaşılmayarak kontrollü bir şekilde yapılmasına izin verildi. Erdoğan, Cemaatin garip darbesinden önceki 4-5 gün tatildeydi ve ortalarda görünmüyordu. Bence Cemaatçilerin kalkışacağı bu delilikte kazayla ele geçmemek için önlem aldı. Bütün ülkede abartılı bir şekilde neredeyse bütün camilerden ezanlarla, dualarla, selalarla, zikirle, tekbirle baştan sona siyasal İslam ve şeriat sembolleriyle kitlesini konsolide ediyor. Günlerdir de Cemaatçileri ve belki de Cemaat torbasına doldurulabilecekleri istemedikleri Atatürkçü, muhalif, karşıt görüşlü herkesi gözaltına alıyorlar… Türk Ordusu'nun başı GKB Hulusi Akar'ın bu darbe girişimini bilmemesi bilip saklamasından daha vahim bir durumdur. Bence her ikisi de, içeriden bu kadar korkunç bir saldırı istihbaratına neden sahip olamadıklarıyla ve neden gereğini yapamadıklarıyla ilgili sorgulanmalıdır. Kumpas davaları sürecinde, Genelkurmay'ın gözü, kulağı GES Komutanlığı'nın ve askeri iç istihbarat kapasitesinin tamamen ellerinden alınarak MİT'e ve İçişleri Bakanlığı'na bağlanması, TSK'yı kör ve sağır bırakmış ve TSK, kendi içindeki bu akıl almaz girişimi bile haber alamaz hale kasten getirilmiştir. Olan biteni sadece RTE ve O'nun bilmesine izin verdikleri bilebilmektedir. Devlet mafya gibi yönetilip kurumları figüran haline getirilince, ödenecek bedellerden sadece biridir bu... Soner Yalçın son 1.5 yılda 4-5 defa, Vatan Partisi daha 2 hafta önce bir bildiriyle ve başkaları da çeşitli kereler TSK'daki Cemaatçilerin darbe yapabilecekleri uyarılarını yapıyordu. TSK içindeki Cemaatçiler neden ısrarla korunuyor, diye soruyorlardı. 3-4 yıldır tüm istihbaratlara rağmen dokunulmayan hatta Ordu'dan atılmaları AKP'nin itirazlarıyla engellenerek korunan, atılanlarına da belediyelerinde, şirketlerinde iş verilen TSK'daki Cemaatçiler, geçen hafta Ankara'da ortaya çıkan iddianameyle birlikte bu 30 Ağustos'ta artık tasfiye edileceklerini anladılar. Son şansları olan son büyük kurşunlarını da, bence başlarındaki çift taraflı oynayan, AKP'nin kontrolündeki üst düzey subayların zorlamasıyla, biraz da ya herru ya merru diyerek kullanmaya karar verdiler… Hem TSK Komuta Kademesi arkasında olmadığı için başarı şansı olmayan bu girişim sayesinde bütün Cemaatçiler açığa çıktı, hem de yine mağduru ve güçlüyü oynayan AKP ve RTE bir büyük sahte zafer daha kazandı. Bu işten en karlı AKP ve RTE çıktı. Davos için sahnelenen van münit efsanesi gibi bir şey daha yaşıyoruz. Ne istediler de vermedik sözünü kimse unutmasın. Cemaatin devlet ve TSK içinde yuvalanan ve 15 Temmuz'da bu garip darbe girişimine kalkışan kadrolarının tamamı, kumpas davalarıyla dağıtılan Atatürkçü subayların yerlerine RTE'nin ve AKP bakanlarının, başbakanlarının imzalarıyla getirilmişlerdi ve bütün uyarılara rağmen de ne hikmetse darbeye kalkışana kadar da dokunulmadılar. Dokunulmamalarının sebebi, bu deliliğe kalkışarak hem komple yok edilmelerini sağlamak hem de bundan büyük bir siyasi rant elde etme hedefiymiş... GK'da, JGK'da ve ÖK'da, Emniyet'te darbe karşıtı Atatürkçü yiğitlerin ölümüne savaşarak, kendilerine silah çekip esir almaya kalkışan gözü dönmüşleri durdurmaları, darbe denemesini boşa çıkartan ve diğer korkunç hamleleri yapmalarını engelleyen en önemli olaydır. Ancak bütün yandaş medya, zaten başarı şansı olmayan darbeyi, kahramanca vuruşan şehitlerimizi, gazilerimizi geride tutup sokağa çağırdıkları millet engelledi, millet darbeyi durdurdu gazıyla van münit şovu yapıyor. Bunun arkasından ilk ne gelir emin değilim ama TSK'nın ve Türk Milleti'nin çok uyanık olması lazımdır… Psikopatların, teslim olan ve çoğunun tatbikata gidiyoruz zannederek geldiği emir eri askerlerimize yaptığı kemerle dövme, işkence, boğaz kesme gibi ancak IŞİD zihniyetindekilerin yapabileceği zulümler, sapıklıklar, başta TSK olmak üzere hepimizin alması gereken çok önemli bir mesajdır. Bunların kontrolsüz bir şekilde sokağa çıkmalarına göz yumulması yeni Menemen'ler ve Kubilay'lar yaşanmasına yol açar. İlk yapılacak işlerden biri, bu görüntülerde Mehmetçiklerimizin şehit edilmelerine, işkence edilmelerine bulaşan herkes kamera kayıtlarından bulunmalı, yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır... Hedef gösteriliyorum... Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Genel Koordinatörü ve Tayyip Erdoğan'ın anonsçusu Orhan Karakurt, pek çok kez denemesine rağmen AKUT'u ele geçirmeyi başaramayınca, daha önce de yaptığı gibi, bu karmaşada yine beni hedef gösterdi. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının sokağa salındığı bugünlerde başıma bir şey gelirse, sorumlusu Orhan Karakurt ve patronu RTE'dir. Sizlerden tek dileğim; YANLARINA BIRAKMAYIN... Yeni nesil kaybolmak üzere Bu ay Digital Age Dergisi için yeni neslin geleceğini tehdit eden teknolojik bir tuzak ile ilgili bir yazı yazdım. Daha fazla ebeveyn ve çocuğa ulaşabilmek adına yazının kısa halini sizinle de paylaşıyorum. Yazının daha uzun halini derginin Kasım sayısında okuyabilirsiniz Teknolojiyle yatıp teknolojiyle kalkıyor ve hatta paramızı teknolojiden kazanıyoruz. Fakat ortada dünya çapında büyük bir problem var. ‘Z Kuşağı’ da diye de tabir edilen yeni nesil teknolojinin içine doğdu ve aslında bu sanıldığı kadar da iyi bir şey değil. Sosyal becerileri çok az veya yok. Fiziksel olarak parmak kireçlenmesi gibi daha önce ortada olmayan hastalıklara sahipler. İçinde bulundukları ve en kötüsü gerçekmişçesine bağlandıkları o parlak dünyadan sonra gerçek hayat onları çok sıkıyor. İletişim kuramıyorlar. Ruh sağlıkları bozuldu bozulacak durumda. GTI Anne Baba Eğitmeni ve Psikolog Özlem Albayrak ile bu konu üzerine konuştuk. Kendisi çok önemli bilgiler paylaştı ve ondan aldığım bilgiler dahilinde bu yazıyı yazdım. Okuyacağınız çoğu bilgiyi ilk kez duyuyor olabilirsiniz. Sorun Nasıl Başladı? Akıllı telefon ve tabletler bu sürecin başlangıç noktası oldu. Yani aşağı yukarı 2000’li yılların başında doğan jenerasyon maalesef bu felaketin beraberinde gelen olumsuz yansımaları da taşıyor. Bu parlak, hareketli, rengarenk ve ‘çok uyaranlı’ dünya, bu nesle çok büyük hasar veriyor. Onları nasıl toparlarız bilmiyorum ama çalışmalara acilen başlanmalı. Bununla ilgili özel birimler olmalı. Kanunlarda değişikliklere gidilmeli. Çünkü çocuklarımız artık şu durumdalar: El motor becerilerini yitirdikleri için bilişsel olarak bu alana karşılık gelen kısımlar olması gerektiği şekilde gelişemiyor. Komut vermeye alışıklar. Komut almıyorlar. Yüz yüze iletişimde çok başarısızlar. Göz teması kuramıyorlar. Klavye başında yaptıkları espri ve eleştirileri hayatın içinde yapamıyorlar. Kendileri dışında yaşanan dünya çok sıkıcı, ebeveynler zaten onlar için tahammül edilmesi en zor insanlar... Bu dönemi yaşayan çocuğa sahip olanlarınız demek istediğimi iyi anlamıştır. Uzman Psikolog Özlem Albayrak büyük bir kesimin bu ve benzeri problemleri yaşadığını ve böyle giderse yaşamaya da devam edeceğini söylüyor. Aslında biz de onların güldüğü, paylaştığı şeylere gülüyor, eğleniyoruz. Tek farkımız bu espri anlayışını gerçek hayatta da eğlenmek için kullanabiliyor olmamız. Caps’ler bizi de güldürüyor, komik tweetleri retweetliyoruz… Yalnız yeni nesil için durum biraz farklı. Onlar için o espriler orada üretilip orada kalıyor. Sadece paylaşıyor, Whatsapp’ta emojiler ile tepki verip geçiyorlar. Aynı espriyi sen yapsan yüzüne garip garip bakıp “hiç komik değil” der. Ya da diyelim ki güzel muhabbetli bir ortam var ve düşük bir ihtimal olsa da ortamı sevdi. O ortamda da sanal dünyasına ait bir espri yapmayı tercih eder. Gerçek hayatta mimik, ruh ve heyecan vardır. Yeni nesilde bu olmadığı için espriyi de adabıyla yapamaz. Ne kendisi gülebilir ne ortamdaki insanlar. Bu başarızlık onları güvenli hissettikleri sanal dünyalarına daha da iter. “Orada bana gülüyorlar, beni seviyorlar” diyerek kendini sanal olarak teselli eder ve iyice içine kapanır. Bununla ilgili en somut olay, milyon takipçili bir ‘sosyal medya fenomeni’nin TV programına konuk olmasıydı. Reyting beklentisi ile stüdyoya çağrılan konuk, performansıyla TV yapımcılarını büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Fenomenimiz de karizması epey zedelemişti. Çünkü yerini yadırgamış, yapamamıştı. İstisnalar muhakkak var ama şu söyleyebilir ki fenomenler sosyal medyada ünlüler. Birçoğu gerçek hayatta sıradan ve hatta asosyaller. İş hayatı büyük problem Şimdi bu nesil çok genç, bir çoğumuz bu durumu gençliklerine veriyoruz fakat işin çok ciddi bir tarafı var. Karakter gelişimleri yavaş, el motor becerileri kötü, komut ve algı sistemleri ise yok denecek seviyede. Büyüdükçe daha büyük sorunlarla karşımıza çıkacaklar. Bazılarına iş hayatında denk gelmeye başladık bile. Çok uyaranlı bir sistemden gelen bu gençler bir işte çalışma konusunda büyük sıkıntı yaşıyor ve yaşatıyor. Sıkılıyorlar! İş hayatı onları eğlendirmiyor. İş hayatı onlara çok monoton geliyor ve çalışmaktan vazgeçiyorlar. Birçok kurumun insan kaynakları birimleri bu durumu nasıl aşacağının, konsantrasyonlarını yükseltmenin ve iş yerlerini genç çalışanlara beğendirmenin derdine düşmüş durumda. Zaten uygulamalar bu yönde olmazsa Z nesli kayıp gençlik olarak tarihe geçecek. Ailelerine, ülkelerine hatta dünyaya yük olacaklar. Böyle giderse bilim dünyası durma noktasına gelecek, edebiyat cep kitaplarından öteye geçemeyecek. Müzik konusunda da eskiye dönüşün bir sebebi de belki budur. Teknolojiyi gerektiği gibi kullanamazsak sonumuz yakın. En kritik görev ise ebeveynlere düşüyor. Bu çocukların teknoloji ile teması nasıl ve ne kadar olmalı konuları onların kontrolünde. Bu tabii ki yeterli değil. Çıkarılacak kanunlarla, sorumluluk alanı net çizilmeli, eğitim sistemimiz buna göre yapılandırılmalı. Siz kendi çocuğunuzu kontrol ederken diğer çocuklar aynı sistemin içinde kalırsa sizin çocuğunuz haklı olarak reaksiyon verip sisteme geri dönmek için elinden geleni yapıyor. O yüzden bu iş ancak toplu bilinçle çözülebilir. Ben teknoloji yazarıyım, bu işin faydalarını, hayatımızı nasıl kolaylaştırdığını artılarını yazıyorum. Fakat eksileri de görmezden gelemeyiz. Silikon Vadisi’nin teknoloji bilmez çocukları Tüm hayatı teknoloji üzerine kurulu sistemin üst düzey yöneticileri çocuklarını el becerilerini geliştirecekleri, tahta, tebeşir, oyun hamuru, bol spor, dikiş, nakış eğitimin olan, kalem, kağıt kullanan, akıllı tahtasız, telefon tabletsiz bir okula gönderiyorlar. Okulda hikayeler anlatılıyor, hayal güçleri sosyal aktiviteler eşliğinde güçlendirilen bu çocuklar tıpkı olması gerektiği şekilde dünyaya hazırlanıyor. New York Times’da yayınlanan bir makale sonrası dünyanın haberdar olduğu ve büyük yankı uyandıran okulun adı Waldorf School of The Peninsula. Peki bu CEO’lar neden böyle yapıyor? Çünkü bu yaşananlara hepsi tanık oluyor ve gelecekte şirketlerini, insanları yönetme becerisi olan insanların iş hayatında var olabileceğini çok iyi biliyorlar. Google’ın üst düzey yöneticisi Alan Eagle: “Beşinci sınıfa giden kızım henüz Google kullanmayı bilmiyor, bunu yerine dikiş biliyor” diyor. Hedefleri bir gün kendi çoraplarını dikebilmekmiş. Bizim çocuklar bir ödevi için araştırma yapmayı bile doğru dürüst bilmiyor. Neyi nasıl arayıp bulacak hangi adımlarla problemi çözecek, en ufak fikirleri yok. Google’a sorarım diyor! O ne derse doğru o! Belki bir de Wikipedia... Akademik olarak zaten berbat durumdaki eğitim sistemimizin üzerine tüy dikilmiş durumda. Kurtuluş Savaşı sonrası ülke Köy Enstitüleri sayesinde tekrar ayaklandı. Sorunun cevabı da Estitülerde nelerin nasıl öğretildiğinde yatıyor. Çocuklarımızı, teknolojiden izole etmek yerine ona nasıl hükmedeceğini öğreterek yetiştirmeliyiz. Son olarak yeni bir hastalık ve yaşlılarda görülen mevcut bir hastalığın çocuklarda başladığını söyleyerek konuyu toparlayayım. Vücut duruş bozukluğu, parmak kireçlenmesi, göz bozuklukları, boyun fıtığı gibi hastalıklar çocuklarda görülmeye başlandı. Ruhsal olarak da büyük problemler var. Bu parlak, yüksek çözünürlüklü dünya çocukların algılarını bozuyor. Gerçek ile sanalı birbirinden ayırt edemiyorlar. Psikolog Özlem Albayrak “Bu durumun ruhsal problemlere zemin hazırlaması büyük bir sıkıntı” diyor. Uyuşturucu kullanıp halisülasyon görenlerden bir farkları kalmamış. Yazıyı tanınmış gelecekçilerden (fütürist) biri olan Alvin Toffler’ın endişelerimi özetleyen bir cümlesiyle bitireyim: “Geleceğin cahilleri okumayan değil, nasıl öğreneceğini bilmeyen kişiler olacak.” Pantene Yıldızı Parlayanlar'dan Kırmızı Halı Tavsiyeleri Pantene Altın Kelebek Ödül töreninin bu yıl 43.’sü düzenlenecek. Geçen sene ilk kez verilen Pantene Yıldızı Parlayanlar Ödülü’nü bu yıl, özel jüri tarafından hem oyuncu hem de şarkıcı olarak çıkış yapan isimler; Melisa Aslı Pamuk, Simge Sağın ve Dilan Çiçek Deniz alacak. Pantene Yıldızı Parlayanlar ile yine Pantene ve Hürriyet Özel Jürisi’nin seçtiği 10 şanslı Pantene kızı, Pantene Altın Kelebek Kırmızı Halıya Hazırlık Akademisi’nde bir araya geldi. 3 yıldız hem 10 Pantene Kızı ile kırmızı halıya nasıl hazırlanacaklarını konuştu, hem de ödül heyecanlarını paylaştı. 10 Pantene kızı, 3 Parlayan Yıldız’a sırayla sorular yöneltti. İşte o sorular ve cevapları... Sizce başarının sırrı nedir? Simge Sağın: Başarılı olmak için çok çalışmak ve sabırlı olmak gerekiyor. Ben çok çalışarak buraya geldim. Bu çok da uzun zaman aldı. En önemlisi çok iyi, aynı zamanda arkadaş olduğunuz bir ekip kurmanız gerekiyor. Ben şu an burada oturuyor olabilirim ama arkamda bir ordu var. Söz yazarı, besteci, klip yönetmeni, basın danışmanı, menajer ve daha pek çok kişi... Onlarla birlikte büyüdüğümü, başarılı olduğumu düşünüyorum. Çünkü çok zor bir iş, azimli olmak gerek. Eminim ki bir gün burada sizlerden de biri olacak. Onun için dik durmalı ve doğru adım atmalısınız. Ben başarının tesadüf olmadığına inanıyorum. Dolayısıyla, söz konusu başarıysa çok çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Dilan Çiçek Deniz: Bence başarılı olmak kendin olmak demektir. Her yerde söylenen klişe bir söz evet; ama gerçek bu. Başka biri gibi görünmemek, kendi istediğin gibi giyinmek, kendi düşüncelerini özgürce söyleyebilmek, kendini içine kapatmamak. Bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kendim olabildiğim için bu noktadayım sanırım. Bence başarının sırrı bu. Melisa Aslı Pamuk: Aslında benim düşündüklerimi söylediler. Konu iş hayatında başarıysa evet çalışmak ve kendin olmak gerek. Ben de kendimi başarılı görüyorum. Neden diye sorarsanız; sevdiğim insanlar etrafımda, güvendiğim insanlar yanımda. Bana kötü gelecek her şeyi kendimden uzak tutabiliyorsam, bana zarar verecek insanlar uzaktaysa bana, öyle ortamlardan uzak kalabiliyorsam, bu bana göre başarıdır. Mutlu olduğum şeyleri yapabiliyorsam da benim için başarıdır bu. Sırf işle alakalı bakmıyorum olaya. Yaşadığım şu anki hayatım başarıdır. İyi bir arkadaş grubum ve sevdiğim insanlar var. Her konuda iyi hissediyorum kendimi. Pantene Yıldız Parlayan kategorisinde bu sene ödülü siz alacaksınız... Ne hissediyorsunuz? Simge Sağın: Bu güzel haberi basın danışmanımdan aldım. Bizim çok önemli tek bir ödül törenimiz, Türkiye’nin tek bir Oscar’ı var. Orada ödül almak, şimdi konuşurken bile karnıma ağrılar girmesine neden oluyor. Ben Altın Kelebek izleyerek büyüdüm. Ödül alacağımı hayal ederdim, ilk ödülüm de geçen sene geldi. O zaman mutluluktan ağlamıştım. Bir daha ne zaman alırım acaba derken, telefonla bu ödülün haberi geldi. İnanılmaz gurur verici, çok mutlu oldum. Ayrıca heyecanlıyım. İnşallah hak eden herkes bu gururu yaşar. Dilan Çiçek Deniz: Ben haberi ilk aldığımda çok mutlu oldum. Çığlık atmıştım. Bu ödüle layık görülmek çok onur verici bir şey. Üstüne bir de algısı açık, oturmuş, iyi bir markadan böyle bir ödül gelmesi harika, heyecan verici. Melisa Aslı Pamuk: Ben de ilk duyduğumda çok heyecanlandım. İçimde yaşıyorum mutluluğumu. Evet çok güzel projelerde, çok güzel dizilerde yer aldım. 4 senedir aynı ekiple çalışıyorum, Hilal Saral’la bu sene gerçekten çok güzel bir iş çıkarıyoruz. Onun sayesinde oldu diyebilirim, çünkü çok güzel bir karakter canlandırıyorum. Güzel bir ekiple çalıştığım için önce onlara teşekkür etmem gerekiyor. Kırmızı halıya nasıl hazırlanıyorsunuz? Simge Sağın: Hazırlık aşamasına yeni girebildim. Çünkü iş tempomdan dolayı çok yoğun bir dönemdeyim. Saçlarıma ve elbiseme karar vermeye çalışıyorum. O gece hepimiz prenses gibi olmak isteriz elbette. O halıda yürümek çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bir şeydi. Ve hayalimizi süsleyen o müthiş geceye çok az kaldı. Olduğum gibi, saçlarımda abartıya kaçmadan, kıyafetime uygun bir makyajla geceye katılacağımdan eminim ama... Dilan Çiçek Deniz: Önce psikolojik olarak hazırlanıyorum açıkçası. Gerisi için zaten her zaman arkamda olan ekibimden destek alıyorum. Çok büyük bir süreç olduğu için önce kendimi adapte etmeye çalışıyorum, gerisi kendiliğinden gelir diye düşünüyorum. Melisa Aslı Pamuk: Ben hazırlığa daha başlamadım aslında (gülüyor). Şimdilik nasıl giyinsem ve saçlarım nasıl olsa diye düşünüyorum. Onlar oturacak bir şekilde. Çünkü çok yoğun çalışıyorum. Set aralarında anca elbise bakıyorum, seçiyorum. Ama o gece inşallah güzel olacak. Çok fazla makyaj olmaz, fresh görüneceğim. Saçım açık olur büyük ihtimal... Çok karışık... Tasarlama aşamasındayım dediğim gibi... Saçlarınızla da dikkat çekiyorsunuz. Saç bakımında nelere dikkat ediyorsunuz, var mı paylaşabileceğiniz ipuçlarınız? Simge Sağın: Saçlarımız iş gereği çok işlem görüyor ve çok kuruyor haliyle. Her gün işlem gördüğü için, fön çekildiği için. Ben sürekli saç bakım yağları kullanıyorum. Benim favorim Pantene Argan Yağlı Elixir. Denizden çıkınca da, duştan sonra da çok işe yarıyor. Keratin bakımı yapıyorum 3 ayda bir. Çok fazla şeyler yaptırmaya vaktim olmuyor, evde kullandığım ürünlerle bakım yapmaya çalışıyorum. Dilan Çiçek Deniz: Haftada bir bakım yapmaya çalışıyorum ve gerçekten bu konuda Pantene’i çok başarılı buluyorum. Benim saçlarım her bakım ürününü kabul etmiyor. Pantene kullanmaya başladım, bir süredir gerçekten etkisini gördüm ve çok beğendim. Maskelerini de başarılı buluyorum. Melisa Aslı Pamuk: Benim saçlarım doğalında kıvırcık. Baya dalgalı olduğu için saç uçlarım çok kuru, o yüzden bakım yapmam gerekiyor. Bir de ben sıcak suyla asla yıkamam, hep soğuk suyla yıkarım saçımı. Buz gibi su tutup saçıma öyle çıkarım duştan. Kesim olarak da saçlarıma ara makas attırıyorum ben çünkü çok yoğun bir saçım var. Kıyafet tercih ederken nelere dikkat edersiniz? Melisa Aslı Pamuk: Siyah olması. Çünkü siyah aşığıyım. Her şeyim siyahtır dolapta. Bir de yakışmasıdır benim için önemli olan. Modayı çok takip eden biri değilim. Bana yakışması önemli kıyafetin. Dilan Çiçek Deniz: Ben bir kıyafeti çok sevsem de vücut hatlarıma uygun değilse giyemiyorum. O yüzden bana uygun şeyler seçmeye çalışıyorum. Son zamanlarda uzun pantolonlar ilgi alanımda ama çoğu bileğimin üstünde kalıyor. Bacak boyum yüzünden kapri gibi oluyorlar, giyemiyorum. (gülüyor) Modayı sürekli takip edip trend olan parçaları giyenlerden değilim. Ruh halime göre giyinmeyi tercih ediyorum genellikle. Simge Sağın: Ben de aynı cevapları verecektim, önce onlar söyledi (gülüyor). Bu işin şakası ama ben de vücuduma göre hareket etmek zorundayım. Sizler boylusunuz... Size kısa gelen bana uzun geliyor. Her aldığım kıyafeti terziye götürüp daraltmam veya kısaltmam gerekiyor. Ben de aldığım her kıyafeti çıkacağım sahneye göre belirliyorum. Bayi toplantısında bir konser vereceksem daha ağır şeyler seçmem gerekiyor. Festivalde çıkacaksam daha uzun elbiseler olmalı. Günlük hayatımda hep sporum. Benim de renklerim siyah beyaz oluyor genelde. Ama cıvıl cıvılları, pembeleri falan da çok hoşlanmasam bile kliplerde giyiyorum. Kliplerde ben bile kendime şaşırıyorum ne kadar renkli görünüyorum diye. Siyah hayat kurtarıcıdır bana göre de... Hayranlarınızla iletişiminiz nasıl? Melisa Aslı Pamuk: Benimki gayet güzel. Instagram’ı çok kullanıyorum. Diğer sosyal medya mecralarıyla aram yok. Instagram’da takipçilerimle epey iletişim halindeyim; hem DM’lerden hem de yorumlardan. Yorumların hepsini okurum ve cevap vermeye çalışırım. Birkaç özel grubum var. Onlarla sürekli iletişim halindeyim. “Fotoğrafı paylaşabilir miyim Melisa abla”, “Sana bir şey soracağım” diyenlere falan hep cevap veririm. Çok seviyorum onları, iyi ki varlar, gerçekten harikalar. Bu işi onlar için yaptığımı hissettiriyorlar. Yeni bölüm yayınlandığında o kadar güzel mesajlar geliyor ki, inanılmaz mutlu oluyorum. Dilan Çiçek Deniz: Instagram’da bizim de gruplarımız var. Bütün sevenlerim bir araya toplanıyor. Yeni gruplar da açılıyor... Bir yere gidiyorum mesela, direkt “Dilan Abla, Nevşehir’e mi geldin?” yazıyorlar. “Neredeysen ben de oraya gelebilir miyim?” diyorlar. Çok tatlılar. Hatta geçen gün sette karavandan çıktım, 3 kız beni bekliyor. Bana bir kitap yapmışlar. Bütün fanların mesajlarını alıp, yazmışlar. Renkli renkli notlar koymuşlar, fotoğraflarımı basıp, süsleyip yapıştırmışlar. Onu bana verdiklerinde çok duygulandım, hâlâ saklıyorum. Ben de Melisa gibi onlar için bu işi yaptığımı düşünüyorum. Bazen çok yoruluyorum, çok enerjimin düştüğünü hissediyorum, kötü oluyorum ama onlardan gelen yorumları görünce yeniden güçleniyorum ve bu işi daha da iyi yapmalıyım diyorum. İyi ki varlar. Simge Sağın: Ben de Melisa ve Dilan gibi hissediyorum. Onlar oyunculuk yapıyor, ben de şarkı söylüyorum. Onlar beni dinlerken mutluyum, onlar beni dinlemezlerse varlığımın amacı olmaz. Ben bir konser verdiğimde, sahnedeyken, sahneden indiğimde onların paylaşımlarını görünce mutlu oluyorum. O güzel yorumları görünce doğru bir şey yaptığımı anlıyorum. Şarkımı dinleyip ağlayan var, eğlenen var. Geçenlerde bir kadın grubu “Miş Miş”le video çekmiş, aralarına ışınlanmak istedim. Onlardan aldığım enerjiyle mutluyum. Gerçekten özellikle “Yankı”dan sonra çok acayip bir yere gitti fanlar. Onlardan aldığım enerjiyle varım. İyi ki varlar, hep olsunlar... Hayalinizde oyuncu veya sanatçı olmak var mıydı? Dilan Çiçek Deniz: Elbette. Sanatın her alanı bana haz veriyor. Oyunculuğu 7 yaşımdan beri yapıyorum, lisede konservatuarda okudum. Şu anda karşılaştırmalı edebiyat okuyorum. Kolumda bir altın bileziğim olsun istiyorum. Çevirmenlik de yapmayı düşünüyorum. 15 yaşında çıkardığım bir kitap var, ikincisini hazırlıyorum şimdi. İnsanların sevdiği işi yapması kadar mutluluk verici bir şey yok. Simge Sağın: Babam müzisyendi. Evde hep müzik vardı. Fotoğraflarımız var; babam gitar çalıyor, ben annemin karnındaydım. Doğduktan sonra da hep okul korolarında şarkı söyleyen kızdım. Hiç başka bir şey hayal etmedim, düşünmedim, istemedim. Hayalim hep şarkı söylemekti. 4-5 yaşında annemin Yugoslav kasetlerini ele geçirir, ona kendi sesimi kaydederdim. Annemi üzerdim ama çocukken onlara ne olacağımı göstermişim demek. Hem alaylı hem okullu olmak için konservatuvar okudum. Yıllarca Gülşen, Zeynep Dizdar, Serdar Ortaç, Yaşar gibi çok popüler şarkıcıya back vokal yaptım. Ardından teklif geldi ve albüm çıkardım. Yani zaten içimde vardı, o hayal gerçek oldu. Bunu başarabildiğim için mutluyum. Gerçi çok uzun sürdü, zordu başarıya giden yolu katetmek ama değdi. Başarısızlık da yaşadım. Şunu söyleyeyim; başarısızlıktan korkmayın! Ben de bazen duvara çarptım, çok ağladım, çok düştüm ama iyi ki başıma geldi onlar. Sayesinde ulaştığım noktaya dört elle sarılıyorum. Melisa Aslı Pamuk: Ben iki uç yaşadım diyebilirim. Hem psikolog olmak istedim, hem oyunculuk. Garip garip isteklerim vardı. Bir ara estetik cerrah olacağım derken, psikolojiye merak sardım. Tıp lisesi okudum, 12 yaşında ise oyunculuğa başladım. Kısa bir film çektik, onunla ödül aldım. 17 yaşıma kadar full time mankenlik yaptım. Okuldan kaçıp defilelere gittim. Sonra 17 yaşımda okula geri dönüş yaptım. Mankenlik dönemimden kalma Miss Turkey isteğim vardı, okuldan çıkıp İstanbul’a gelip yarışmaya girdim. Birincilikten kazanmamın ardından gerisi geldi. Ben de çok zorluk çektim. Türkçem çok bozuktu ilk geldiğimde, önce aksan sonra dil dersleri aldım. Konuşmaktan çekiniyordum. O ara senaryolar geliyordu. Türkiye güzeli olduğunda direkt senaryolar gelmeye başlar. Türkçe olduğu için çok zorlanırım dedim, 1 sene eğitim almak için senaryoları değerlendirmedim. O ara Amsterdam’da okulu da dondurdum, şimdi işte buradayım. Benim için bir şey yapma, bana yapabilmeyi öğret! ‘Odanı bari topla! Ben her işe nasıl yetişeyim! diyorum, suratıma garip garip bakıp çekip gidiyor’ diye feveran eden anneler… ‘Bir bardak su istiyoruz, oflaya oflaya yapıyor’ diyen babalar… Neden böyle bu çocuklar? Çok düşündünüz belki ama suçu hiç kendinizde aramadınız değil mi? Kıyamadığınız, göz yumduğunuz, onun “iyiliğini” düşünerek yaptığınız pek çok davranışınızla aslında ona kötülük ediyorsunuz. Sonrasında mevzu biraz renk değiştirerek daha da vahim hale geliyor: Çocuğumuz en iyi liseyi kazandı! Ama iki yumurta kıramaz. İngilizcesi çok süper! Ama komşuyla, akraba ile iki çift laf edemez. Misafire ‘hoş geldiniz’ demez. Matematiği on numara! Odasını toplayamaz. Yapılması istenen işler çocuğun yaşına uygun olsun yeter. Eğer çocuklar yapılmasını istediğiniz işleri yapmıyorlarsa onları hatalı olarak görmeyin. Bu tür faaliyetler çocuklar tarafından öğrenilir, ana baba tarafından da öğretilir, bu kadar basittir. Çoğu ebeveyn çocuklarının ev işlerini yapabilecek kadar büyüdüklerine inanamıyorlar. Çocuklarını okullara gönderdiklerinde ise orada yapabildiklerini görüyorlar. Evde yapamaz dedikleri çocukları eşyalarını düzenliyor, kendi başına giyiniyor, tabağıyla bardağının mutfağa götürülmesine yardım ediyor. Şu bir gerçek ki; çocuklara erken yaşlarda ev işleri vermek, onların kalıcı bir şekilde beceri, sorumluluk ve özgüven duyguları geliştirmelerine yardımcı oluyor. Küçük yaşlarda ev işi yapmaya başlayan çocuklar daha iyi ilişkiler kuruyor, kendi kendilerine yetmeyi öğreniyor ve daha fazla akademik başarı kazanıyorlar. Kendi kendine yetebilen çocuklar itaat etmeyi değil farkındalık ile yaşamayı öğreniyor. Kendi olabilmenin gücüne erişiyor. Toz alan, süpüren, bulaşık yıkayan, çiçek ve evcil hayvan bakımı üstlenen ve hatta yemek pişirmede yardım eden çocukların hayatı yalnızca ‘bilgi’ ile öğrenen çocuklara göre daha başarılı oluyorlar. Sorumluluk almayı öğrettiğinizde çocuklarınız kendilerini yeterli ve yetkin görüyor. Bu sebepten bırakalım eksik yapsınlar, yarım yapsınlar, hatalı yapsınlar ama kendileri yapsınlar. Çocuğunuz için bir şeyler yapmayın, ona yapabilmeyi öğretin ki ‘yapabilmenin gücü’ ile kişiliğini inşa etsin… Çevre ve Şehircilik Bakanı Özhaseki Kentsel Dönüşüm Alanını İnceledi Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, "Doğru kentsel dönüşüm yapmak lazım. Bu doğru dönüşümü gerek zemin etüdüne, gerek üstündeki yapıya, bilimi, feni ne tarif ediyorsa ona uyarak yapmak lazım. Sonra da bu kentsel dönüşümü adil bir şekilde yapmak lazım ki adı rantsal dönüşüme geçmesin." dedi. Karabağlar ilçesindeki kentsel dönüşüm alanında incelemede bulunan Bakan Özhaseki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ile İzmir Çevre ve Şehircilik Müdür Selahattin Varan'dan bölge hakkında bilgi aldı. İncelemenin ardından gazetecilere açıklama yapan Özhaseki, Anadolu'nun "onlarca medeniyetin hüküm sürdüğü bir coğrafya olmasının yanı sıra değişik kavimlerin depremler nedeniyle yerle bir olduğu" bir konumda bulunduğunu söyledi. Anadolu'nun deprem bölgesi olduğu gerçeğini bilerek hareket etmek gerektiğini aktaran Bakan Özhaseki, coğrafyaya emir vermeden, onun sesine kulak verilerek hareket edildiğinde ayakta kalınabileceğini ifade etti. Aksi durumda birçok emeğin heba olacağını vurgulayan Bakan Özhaseki, şöyle konuştu: "Sakarya örneği müthiş bir örnek. Zamanında beğenmediğimiz, ilkel gördüğümüz kavimler bile orada ev yapmamışken, Osmanlı döneminde tek çivi çakılmamışken, cumhuriyet döneminde, az çok 'bu işi biliyoruz' dediğimiz ortamda bu konutların garip garip yapılması utanç verici. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum. Planlama yapandan başlayıp, belediyesinden müteahhitine, mimarına kadar herkesin ortak sorumluluğu var. Kollektif bir suçluluk var bu işte. Alt tarafı oynuyor ve oynayacak bundan sonra da. Üstüneki zemin çürük, çamur, balçık. Geliyorsunuz buraya standartlara uygun olmayan bir ev yapıyorsunuz, sonra da elinizi açıp dua ediyorsunuz. Böyle bir şey olabilir mi?" "Elimizde bir fırsat var" Bakan Özhaseki, Türkiye'nin her yerinde bu gerçeklere uygun olarak hareket etmeye çalıştıklarını ifade ederek, şöyle devam etti: "İstanbul için de geçerli, İzmir için de Anadolunun birçok vilayeti için de geçerli. Buralar deprem bölgeleri. Şimdi elimizde bir fırsat var. Birçok kaçak yapı var, birçok niteliksiz yapı var. Bunların bir an önce yok edilmesi lazım. Tarihi, tescilli eserleri kastetmiyorum. Yok etmek kolay ama yaptığınız şeyi bir daha yıkamazsınız. 100 sene yerinde kalır. O zaman doğru kentsel dönüşüm yapmak lazım. Bu doğru dönüşümü gerek zemin etüdüne, gerek üstündeki yapıya, bilimi, feni ne tarif ediyorsa ona uyarak yapmak lazım. Sonra da bu kentsel dönüşümü adil bir şekilde yapmak lazım ki adı rantsal dönüşüme geçmesin. İnsanları da rahatsız etmesin. Rantsal dönüşüm olduğunda hepimizi rahatsız eder." Karabağlar'daki dönüşüm planlamasında ilk etabın yaklaşık 1 milyon metrekare olduğunu, bir kısım mülkiyetlerin hazineye geçtiğini, bu etapta 2 bin 500-3 bin konutun bulunduğunu dile getiren Özhaseki, planlamada bolca sosyal donatı ve yeşil alan ayrıldığına dikkati çekti. Özhaseki, yolları geniş, otopark, yürüyüş ve bisiklet yolları doğru olan, okul ve ibadet alanları için cömertçe davranılan bir planlamanın hazırlandığını aktararak, "Mülkiyet bizde olunca cimri davranmadık. Burada yapacağımız iş doğru başladığında, bu çevredeki tüm planlamalar ve dönüşümler doğru devam edecektir. Bakanlığın atacağı ilk adımlar yanlış olursa, vatandaşın hoşuna gitmeyen bir adım olursa arkası da çok iyi gelmeyecek, İzmir için hayırlı bir şey olmayacaktır." ifadelerini kullandı. Planlamaların son aşamasında olduklarını, askıdan inmesinin ardından uygulama projesi haline getirileceğini kaydeden Bakan Özhaseki, sözlerini şöyle sürdürdü: "İller Bankası vasıtasıyla projeleri takip edeceğiz. Yılbaşı olarak hedefliyoruz başlamak için. Ummadığımız engeller çıkarsa bir şey diyemiyoruz. Şundan çok muzdaribiz, her iş rast giderken bazı gruplar birtakım örgütlenemelerle, İstanbul'da daha çok yaşanıyor bu, davalar açıyorlar. Buna 'hukuki değil' diyemezsiniz. O kadar art niyetli ki binlerce insan mağdur oluyor. O hukuki sorunu çözüp işe başlayana kadar aradan seneler geçiyor. Mesela Fikirtepe'de dün bir grup geldi bana, 'babamız rahmetlik gözleri açık gitti' dediler. Niye, 3 avukatın ismini veriyorlar, o avukatlar hakkını alıyorlar aslında, daha fazlasını istiyorlar. Başka hesapları var. O zaman da günahtır. Bunlara engel olunması lazım. İnşallah burada öyle bir şey yaşamayız." "Hem sağlıklı hem kimlikli binalar" Bakan Özhaseki, TOKİ'nin ev yapma sistemine ilişkin yöneltilen bir soru üzerine şunları söyledi: "Bundan sonra yapılacak tüm konutlarda iki şeyin ön planda olması lazım. Birincisi bu işin sağlamlığı, sağlıklı olması, ikincisi kimlikli olması. Zamanında yapılmış bazı hatalar var ki onları temizleyemiyorsunuz, kama gibi saplanmış olarak duruyor ve içinizi acıtıyor. Bursa'da mesela Ulu Cami çevresinde gökdelen gibi dikilmiş bir sürü bina var, içiniz acıyor. Bu hataları yapmamak lazım. 'Kim hata yaptı' diye sorgulamıyorum. Ama bundan sonra bu tecrübeyle bir taraftan sağlıklı binalar yapmamız lazım. Zeminin çürüklüğünü bilerek, depremselliğini bilerek, statiğini bilerek, ona göre hesaplamamız lazım. Üzerinde yapacağımız bina da insanların konforuna uygun olmalı." "Artık kimlikli binalar yapmamız lazım." diyen Özhaseki, "Burada yaşayan insanların bir kimliği, değeri var. Her beldede o insanların inanışlarını, yaşantılarını çok rahat söyleyebilirsiniz. Bizim şehirlere bakın, ne söyleyeceksiniz. Bu konuda çalışma yapıyoruz. Bizim yaptığımız her bir işte inşallah hem sağlıklı hem kimlikli binalar ortaya çıkacak. Burada bunun örneklerinden birini vereceğiz." ifadelerini kullandı. Hadi Alarmı Buldun, Ertele Seçeneğini Koyup Neden Kafa Karıştırıyorsun Instagramda @bahoofficial hesabını takip ediyor musunuz? Ne kadar zekice tesbitler, en büyük sorun haline getirdiğimiz günlük sorunlara nasıl esprili bir bakış açısı, bayılıyorum. Yıllar önce verdiğim bir karar var; yaz aylarını İstanbul dışında geçirmek. Seçtiğim meslek sayesinde ve kendi işimi yapıyor olmamın verdiği özgürlükle yapabiliyorum bunu tabii ki. Ancak böyle şarj olabiliyorum bir sonraki İstanbul yılı için. Oğlum için de mecburum aslında, alerji sorunu var, nemli havada rahat nefes alamıyor. Yaz ayları İstanbul onun için yaşanmaz oluyor. Çocuk bütün bir yıl kortizon kullanıyor, burun damarları incelip kanamaya başlıyor. Deniz suyu ile iyileşiyor. Tabii burada ‘’Ohhhh, hayat sana güzel…’’ sedaları yükseliyor fonda. Bir de madalyonun öteki yüzü var. İş devam ediyor. Ve her yaz bilgisayar, fatura, irsaliye, dosyalar vs vs toparlanıp, taşınıyor. Evin bir köşesi ofis haline getiriliyor. Zamanı iyi planlamak gerek. Sabah kimse uyanmadan kalkılacak veya gece herkes uyuduktan sonra çalışılacak ve işler bitirilecek ki ufaklık denize götürülebilsin. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sabah erken saate alarm kuruluyor veeeee o da ne; ERTELE seçeneği!!! Hafif tatil modu ya, uyumaya devam ediliyor. Çünkü bu bıdık garip garip saatlerde uyuyor, garip garip saatlerde uyanıyor. Anne her daim uykusuz!!! İşte tam böyle sıradan gün, alarm ertelenmiş, uyumaya devam edilmiş, işler kalmış, tatil desen tatil değil, iş desen iş değil bari biraz sosyal medyaya bakayım derken BAHO diyor ki; ‘’Hadi alarmı buldun, ertele seçeneği niye koyup kafamızı karıştırıyorsun…?’’ E ben sonunu yazamadım tabii... Kuş kanatları Planımız hazırdı. O gece son kez sıradan insanlar olarak uyuyacak, sabah olduğunda bambaşka bir hayata uyanacaktık. Fakat beklemediğimiz bir şey oldu. Ayza ile ben ilk defa rüyamızda düştüğümüzü gördük O sabah uykumuzdan, düştüğümüzü hissederek uyanmıştık. Bu kötüye işaretti. Böyle olmamalıydı. Planımız bu değildi. Rüyamızda, ellerimiz ve yeryüzünün senfonisi tarafından hayal kırıklığına uğratılmıştık. Oysa hayallerimiz hiç böyle değildi ki. Her şey en iyi arkadaşım Ayza’nın öncü olduğu kuş kanatları biriktirme geleneğimizle başladı. Sokakta, parkta, sahilde, ne zaman bir yerde bütününden kopmuş bir kanat parçası görsek onu hemen çantamıza atıp evlerimize götürdük. Kuş türlerinden falan anlamayız biz, işin romantikliğindeyiz. Siyah gür kanatlar, beyaz cılız kanatlar, bazen de sarı, mavi tüyler... Hani şu filmlerde mektup yazan kadınların tuttukları tüylü kalemler gibiydiler. Annem kuş kanatlarını her gördüğünde onlardan mikrop kapacağımı söyleyip beni bu romantik (hem de bedava) hobimden vazgeçirmeye çalıştı. Ayza’nın annesinin de ona aynısını yaptığından eminim. Anneler iyilerdir, hatta o kadar iyilerdir ki hayat onları iyi şeylerden korkar hâle getirmiştir. Ayza ve ben. Biz iyi şeylerden korkmayız. Dolayısıyla kuş kanatlarından vazgeçmedik. Eskiciye gidip kendimize kocaman bir sandık aldık ve kanatları oraya yığmaya başladık. Birkaç yıldır bu hobiyle uğraşıyoruz ve tahmin edersiniz ki elimizde epey kanat birikti. Ayza ile oturup bu konuyu uzun uzun konuştuk. Bu kadar zamandır kanat biriktirmemizin bir anlamı olmalıydı. Acaba uçmamız mı gerekiyordu? Gökyüzüne varıp, kanatlarını aşırdığımız sahiplere saygı uçuşunda mı bulunmamız gerekiyordu? Yoksa “Uç uç uğurböceği annem sana terlik pabuç alacak,” diye bunca yıldır binlerce terlik borçlandığımız uğur böceklerinin peşinden uçup “Buyurun uğur böcekleri işte borçlarımız,” mı dememiz gerekiyordu? Ayza ile birlikte annelerimize gidip “uğur böceklerine en az bin terlik borçlu olduklarını, bu borçlarını ödemezlerse ahirette gün yüzü göremeyeceklerini” söyledik. Annelerimiz inançlı kadınlardır. Her ne kadar bu lafımız gülünçlerine gittiyse de ertesi gün oturup uğur böceklerinin ayaklarına uygun küçük patikler örmeye başladıklarını gördük. Ayza ile ben buna bir hayli güldük. Sonra birdenbire gülmeyi bırakıp işe ciddiyetle sarılmaya karar verdik. Uçacaktık. Evet. Başta Hezârfen Çelebi olmak üzere bütün kuşlara saygı uçuşunda bulunacaktık. Kanatları bir araya getirip zamkla yapıştırmaya başladık ve onları kollarımıza geçirmemizi sağlayacak kolluklar diktik. Ayza ile ben her gün birlikte aynı rüyayı görüyorduk. Galata Kulesi’nin tepesine çıkıp kanatlarımızı açıyor, sanki kanat çırpmıyormuş da kanatlarımızla bir orkestraya “ritmi azaltın, yükseltin” işareti veriyormuş gibi yumuşakça ellerimizi kaldırıp indiriyor, yeryüzünün senfonisini yönetiyorduk. Önce binaların, sonra gökdelenlerin üstüne çıkıyor en sonunda da bir buluta varıp bağdaş kurarak oturuyorduk. Planımız hazırdı. O gece son kez sıradan insanlar olarak uyuyacak, sabah olduğunda bambaşka bir hayata uyanacaktık. Fakat beklemediğimiz bir şey oldu. Ayza ile ben ilk defa rüyamızda düştüğümüzü gördük. Kanatlarımızı açmıştık ama kuvveti yer çekimine karşı koyacak kadar ağır değildi, Galata Kulesi’nin tepesinden yere çakılıvermiştik. Bunu bir işaret olarak yorumladık ve uçuş planımızı ertelemeye karar verdik. Ayza ile kanatlarımızın başına oturmuş neden böyle olduğunu tartışırken salonda açık olan televizyondan garip sesler yükselmeye başladı. Sese dikkat kesildik çünkü duymaya alışkın olmadığımız bir şeylerden bahsediliyordu. Gökyüzünde uçan bir şeylerden. Bizim yerimize, bugün bizim olmamız gereken gökyüzünde! Göz göze geldik. İkimiz de haksızlığa uğramış gibi öfkeliydik ama bir yandan da dün gece gördüğümüz rüyanın işaretini doğru okuyup şu an sezinlediğimiz tehlikeden paçayı kurtardığımız için sevinmiştik. Biz birbirimizin gözlerinden her şeyi anlarız. Salona doğru usulca yürümeye başladık. Uçuşan şeylerin adını duyuyorduk bu kez: F16, Sikorsky... “Güvercin” değil, “martı” değil. Garip garip isimler. Uçuşuyor ve bombalıyorlardı! Şehirleri, binaları, hayallerimizi... Kuşların özgür ülkesini bombalıyorlardı. Hakarete uğramış gibi hissettik. Kandırılmış gibi. Kuş kanatlarımızla ortada uçuşsuz kalmış gibi. Oysa bize vaat edilen gökyüzü mavi ve berraktı. Bize vaat edilen mavi ise özgür ve paktı. Şimdi kirletiliyordu işte uçuşlarla. Demek insan uçarak da kirlenebiliyordu. Ayza ile birbirimize sarıldık. Bu dünyaya ait değil miydik? Artık bu gökyüzüne bile... Yeryüzü çileden çıkmış, gökyüzü esir alınmıştı. Annelerimiz uğur böceklerine ördükleri terlikleri televizyon ekranına fırlatıyorlardı. Kuş kanatlarımıza sarıldık, onlardan özür dilemenin bir yolunu bulmalıydık. Yepyeni bir kültürle tanışın: TokyoTokyo’ya bir proje lansmanı için gidiyordum ve açıkçası orada çekebileceğim fotoğraflar beni pek heyecanlandırmıyordu. Beni heyecanlandıran tek bir şey vardı: Yepyeni bir kültür ve yaşayışa dair bir şeyler öğrenmek. İşte Tokyo hakkında merak edilen her şey... Öncelikle, Tokyo’ya gidecekseniz Ekim sonu gidin derim, bunun nedenini en son açıklayacağım. Her neyse, anladığınız üzere Tokyo’da pek bir fotoğraf çekemedim; fakat kendi başıma dolaşacak ve buradaki yaşayışla ilgili keşfe çıkacak çok vaktim oldu bu bir hafta içerisinde. Şimdi de sizlerle Tokyo ve Japon kültürüne dair ilgimi çeken şeyleri paylaşacağım. Kalabalık: Evet, Tokyo deyince aklıma ilk gelen şey bu oluyor. Şehirde alan az, insan çok. Tokyo, çevre ilçelerle beraber 35 milyon nüfusuyla dünyada 1. sırada. Her yer insan, her yer kalabalık. Hatta ‘Shibuya Yaya Geçidi’ diye bir yer var, burası dünyanın en kalabalık yaya geçidi diye tanınmış ve ün yapmış bir yer. Birçok turist buraya karşıdan karşıya geçmek ve gösteriler yapmak için geliyor. Doğruluğundan emin değilim ama aldığım bilgiye göre buradan günde 2,5 milyon insan karşıdan karşıya geçiyormuş. Woww… Düşünebiliyor musunuz? Bir kenarda durun ve izleyin, 1 saatte 100,000’den fazla insan görün… Ki ben de bunu yaptım ve bu kalabalığı fotoğraflamaya çalıştım… Saygı: Bu kalabalığa ve hengâmeye rağmen bir şey inanılmaz derecede dikkatimi çekti ve bende hayranlık uyandırdı. Saygı. Kimse birbirini itmiyor, kimse acele etmiyor, kimse birbirinin sırasını kapmaya çalışmıyordu. Herkes sırasını bekliyor ve birbirine yol vermeye çalışıyordu. Hijyen: Genel olarak çok temiz bir şehir ve hijyene dair dikkatimi çeken ilk şey maskeler oldu. İnsanların birçoğu sokakta yürürken, ofiste çalışırken vs. maske takıyor. Bunu hem kendilerini korumak hem de hasta olduklarında başkalarına bulaştırmamak için yapıyorlar. Diğer ilgimi çeken şey de ıslak mendil ve havlular oldu. Girdiğim her mekânda tek tip ıslak mendil vardı, hatta Starbucks’ta bile. Gezdiğim her ülkede Starbucks bulursam mutlaka bir uğrarım ve açıkçası ıslak mendil veren Starbucks ilk defa gördüm. Çevre Bilinci: Çöp ayrıştırmaya ciddi anlamda önem veriyorlar. Avrupa’da da birçok ülkede böyle; ancak bu kadar detaylı ayrıştıran (8-9 farklı çöp kutusu yan yana) bir yer ilk defa gördüm ve çok takdir ettim. Yemekler: Eskiden Japon yemeği denince aklıma sadece Sushi gelirdi. Gidince anladım ki inanılmaz iyi ve zengin yemek kültürleri var. Teppanyaki, Sushi, Sashimi, Ramen derken birçok farklı lezzet tatma fırsatım oldu. Geleneksel tarzda yöresel yemekler yapan ve bir de et seviyorsanız, iyi bir teppanyaki restoranına gitmeden dönmeyin derim. Bu arada, Tokyo’da hayat pahalı. Ancak, köşe başındaki yerellerin gittiği küçücük mekânlarda da ucuz ve çok güzel yemekler bulabilirsiniz. Rastgele girdiğim çok sayıda ucuz restorandan da oldukça memnun kaldım. Cafe’ler: Paris’e gitseniz, birçok cafe’nin açık alanında sokağın tam kenarında sokağa dönük şekilde sıra sıra dizilmiş sandalyeler görürsünüz. Tokyo’da da bunun iç mekân versiyonunu görüyorsunuz. Her mekânda camın tam önü sıra sıra sandalye ve insanlar bir şeyler yiyip içip dışarıda akıp giden kalabalığı izliyorlar. Makineler: Sokaklarda adım başı satış makineleri var. Sigara, yiyecek ve içecek satılıyor daha çok. En ilgimi çeken şey de bu makinelerde, kutuda sıcak içecek satılması. Yani kola kutusu gibi bir şeyde çay ve kahve çeşitleri de satılıyor. ‘Ee elin yanmıyor mu o zaman?’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet yanıyor... Selamlama: Normal şartlarda tokalaşma burada yok. Ancak el uzatıldığında karşılıksız bırakmıyorlar. Herkes sürekli karşınızda başını öne eğip duruyor. Karşılık vermenizde de fayda var, hoşlarına gidiyor. Bu onlar için ciddi bir saygı belirtisi. Tuvaletler: Bunun detayına çok girmeyeceğim ama hayatımda gördüğüm en teknolojik ve ilginç tuvaletler var burada. Taksiler: Kapılar otomatik açılıyor, dikkat edin. Eğer taksi yanınıza yanaştığında çok yaklaşırsanız, kapı pat diye üstünüze açılır. Bilginize. Bir de taksi şoförleri çok kibar, bu arada hepsinin eldiven takması da ayrıca dikkatimi çekti. Aslında bu deneyimi Kyoto’da yaşadım ama hazır taksilerden bahsetmişken burada anlatmadan edemeyeceğim. Geleneksel bir evde kalıyordum. Ev daracık bir sokakta ve ışık yok. İlk gece eve dönerken taksiciye evin adresini gösterdim. Adam emin olamadı, ama beni tahmin ettiği yere götürdü. Emin olmak için ev sahibini aradım ama cevap vermedi telefona. Taksici İngilizce bilmese de, beden dili vs. ile benim tedirginliğimi anladı ama ben adamı daha fazla bekletmemek için ‘herhalde bu sokak’ dedim, borcumu ödedim ve indim arabadan. Karanlık sokağa girdim, evlerin hepsi bana aynı görünüyordu, sokak çok tanıdıktı ama bir kaç yanlış kapıda anahtar denemesinden sonra sokağın yanlış olduğuna kanaat getirdim. Ana caddeye tekrar döndüğümde, taksiciyi taksisinin başında merakla bana bakarken buldum. Adam, sağ olsun, benim doğru adrese geldiğimden emin olmak istemiş. O sırada ev sahibim aradı, taksici ile konuştular ve taksici doğru sokağı öğrendi. Bu arada ev sahibim o gece evde yok, ben tekim. Her neyse, adam beni sokağın başında indirdi, fakat kendi de benimle geldi. O daracık karanlık sokakta ikimiz yürümeye başladık. İtiraf ediyorum biraz korktum. Kapıların hepsi aynıydı. Neden iyice emin olmamıştım ki hangi kapının benim kapı olduğundan? Neyse ki, bir kaç denemeden sonra doğru kapıyı buldum. Taksici, ben içeri girip kapıyı kapatana kadar bekledi ve beni uğurladı. Korktum ama çok sevgi ve saygı duydum açıkçası. Diğer: Aslında Tokyo ve Japon kültürüne dair daha anlatacak çok şey var. Mesela; sokaklarda Free Wi-Fi olması, parayı elden almak-vermek yerine bir makine kullanmaları, her şeyin yeşil çaylısını yapmaları (Çikolata bile), Japon bebeklerinin inanılmaz tatlı olmaları, şehirdeki ışıl ışıl ve dev binalar, havaalanlarından büyük dev tren istasyonları, Köpüklü sake, restoranların oda oda localı olması, ucuz elektronik, Tax free kolaylığı, az da olsa hala yaşayan gerçek Geisha’lar, özellikle elektronik satan mağazalarda yerden tavana kadar tıklım tıklım dolu raflar, kapalı alanda değil de açık alanda sigara içme yasağı gibi şeyleri diğer ilgimi çekenler olarak sıralayabiliriz. Veeee Halloween Çılgınlığı: Bunu sona sakladım çünkü en ilgimi çeken şeylerden biriydi. Ekim sonuydu Tokyo’ya gittiğimde ve siz de gidecekseniz kesinlikle bu sezon gidin derim. Halloween yani Cadılar Bayramı’nın hemen öncesiydi. Ben hayatımda bu bayramı bu kadar itina ve coşkuyla kutlayan bir yer görmedim. Akşamları restoranlarda otururken herkes bana garip garip bakıyordu, çünkü tek normal giyinmiş olan ve makyaj yapmamış olan bendim. Sokaklarda, mekânlarda herkes değişik ve çılgın bir kılığa girmiş eğleniyor. Kimi canavar, kimi cadı, kimi katil, kimi serseri herkes farklı bir kılıkta ki 31 Ekim gecesi Shibuya’da olmanızı tavsiye ederim. Eğer ilginç bir kılığa girmediyseniz 10 milyondan fazla canavar kılıklı insanın arasında oldukça dikkat çekeceksiniz, garanti ederim. Erdoğan'dan kalp krizi açıklaması Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "ABD'de dimdik ayaktayım, kalp krizi geçirdiğimi söylediler. Hakkımda kalp krizi yalanına kadar her şey söylendi" dedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kızılay'ın Olağan Genel Kurulu'nda konuştu. Erdoğan'ın gündeminde, ABD gezisinde yaşananlar, hakkındaki "kalp krizi geçirdi" iddiaları, Güneydoğu'da süren operasyonlar ve Suriye vardı... CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN, DAVUTOĞLU'NU TERSLEDİ "DİMDİK AYAKTAYIM" Erdoğan hakkındaki "kalp krizi geçirdi" iddialarına ilişkin şunları söyledi: "Dimdik ayaktayım, kalp krizi geçirdiğimi söylüyorlar. Böyle garip garip şeyler. Başka bir yerde kendi ülkesine ve milletine karşı böyle büyük nefret duyan, böylesine büyük bir kinle saldıran başka bir kesim var mıdır bilmiyorum" "ÖNCE KENDİ AYIPLARINI GÖRSÜNLER..." Bize demokrasiyi insan hakları dersini vermeye kalkanlar, önce kendi ayıplarını görsünler. Birkaç yüzyıl geriye dönüp baktığımızda kimlerin insan haklarından söz etmeye hakkı olduğunu görüyoruz. Biz Türkiye olarak mağdur duruma düşmüş 3 milyon insana kucağımızı açmışken kendilerinde uzak tutmak için çırpınanlar ortada. "BİZ SİZDEN PARA BEKLEMİYORUZ Kİ..." Ya biz sizden para beklemiyoruz ki, bu millet kendi yüreğinden gelenlerle bu adımı attı. Biz sarsılmadık, ayaktayız. Biz bugün her alanda büyük bir mücadele içindeyiz, neredeyse tüm terör örgütleri ülkemizi hedef almış durumda. Yanı başımızda insanlık tarihinin en büyük krizi yaşanıyor. Terör örgütü sivilleri kendine kalkan yapmak suretiyle savaş yürütüyor. Bizi eleştirenlerin benzer bir saldırıya maruz kalması halinde başvuracakları yöntemlerle yürütmeye kalksak operasyonlar 1-2 günde biter. Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak terörle mücadele konusundaki fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Ülkemize ve milletimize yöneltmiş son silahlar susturuluncaya kadar, son tehdit ortadan kaldırılana kadar buna devam edeceğiz. Değerli kardeşlerim bu konuda en küçük bir müsamamız tereddütümüz, geri adımımız yoktur. Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan 'Terörle Mücadele' Açıklaması Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Terörle mücadeleyi ülkemize ve milletimize yöneltilmiş son silahlar susturuluncaya kadar, son terörist imha edilene, son tehdit ortadan kaldırılana kadar buna devam edeceğiz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Terörle mücadeleyi ülkemize ve milletimize yöneltilmiş son silahlar susturuluncaya kadar, son terörist imha edilene, son tehdit ortadan kaldırılana kadar buna devam edeceğiz. Bu konuda en küçük bir müsamahamız, en küçük bir tereddütümüz, en küçük geri adımımız yoktur" dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ATO Congresium'da düzenlenen Kızılay Genel Kurulu'nda salonda bulunan vatandaşların, "Türkiye seninle gurur duyuyor" tezahüratları eşliğinde kürsüye geldi. "4. Nükleer Güvenlik Zirvesi" dolayısıyla ABD'ye bir seyahat gerçekleştirdiğini hatırlatan Erdoğan, bu vesileyle çeşitli görüşmeler ve katıldığı programlar olduğunu belirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Biz oraya çok önemli bir uluslararası toplantıda ülkemizi temsil etmek üzere gittik. Buradaki bazı çevreler ise bizim orada yaptığımız her görüşmenin, attığımız her adımın başarısızlığa uğraması için adeta kendilerini yırttılar. Bunun için bölücü terör örgütünün, Ermeni çetecilerin, paralel ihanet çetesinin ortak gösterilerine destek vermekten kalp krizi yalanına kadar sergilemedik çirkinlik bırakmadılar" dedi. "Yapılanları, yazılanları, söylenenleri gördükten sonra inanın bana 'Allah Türkiye'yi ve milletimizi bunlardan korusun' demekten kendimi alamadım" ifadesini kullanan Erdoğan, şöyle devam etti: "Dimdik ayaktayım, kalp krizi geçirdiğimi söylüyorlar. Böyle garip garip şeyler. Bir toplantıdan bir toplantıya koşuyoruz, 'kalp krizi geçirdi' diyorlar. Bakıyorsunuz başka bir yerde kendi ülkesine ve kendi milletine karşı böyle büyük nefret duyan, böylesine büyük bir kinle saldıran başka bir kesim var mıdır bilemiyorum. Zaman zaman bu hastalıklı ruh halini anlamaya çalışıyorum ama yaptıklarını koyacak bir yer, izah edecek bir kelime bulamıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti içindeki 79 milyon insanıyla birlikte batsa bunlar bayram edecekler. Milletimiz tek bir ferdi kalmayacak şekilde bu vatanda tard edilse, sürgün edilse bunlar inanın zil takıp oynayacaklar. İşte böyle bir görüntü, böyle bir hava içindeler. Halbuki kendileri de aynı ülkede yaşıyorlar, aynı toplumun bir parçası durumundalar. Hani o meşhur örnek vardır ya 'içinde bulunduğu gemiyi delmek' diye, bunların yaptığı tam da bu. Bu ülkenin ve milletin imkanlarıyla oldukça üst standartlarda bir hayat sürüyorlar ama ülkeye ve millete düşmanlıkta da en önde yürüyorlar." "AVRUPALI BİR PİYANİST ÜLKEMİZDE KENDİLERİNE 'SANATÇI' DİYEN BİR KESİMİN GERÇEK YÜZÜNÜ ORTAYA DÖKMÜŞ" Fransız piyanist ve besteci Stephane Blet'in medyada yer alan ifadelerine dikkat çeken Erdoğan, "Dün medyada bir haber gördüm, İstanbul'da yaşamaya karar veren Avrupalı bir piyanist ülkemizde kendilerine 'sanatçı' diyen bir kesimin gerçek yüzünü ortaya dökmüş. Biz söyleyince farklı yorumlanıyor ama herhalde Avrupalı bir piyanistin kendi ülkelerini kötüleyerek ün ve para kazanmaya çalışan sanatçıların sözüne itibar ederler diye düşünüyorum" diye konuştu. Basın veya internet yoluyla işlenen hakaret, tehdit, terörü ve terör örgütlerini övme gibi suçların Avrupa'da veya başka ülkelerde düşünce ve ifade hürriyetiyle ilgili görülmediğini belirten Erdoğan, şunları kaydetti: "Tüm dünyada bu suçlar tamamen adil bir vaka olarak değerlendirilir ve ona göre cezası verilir. Konu Türkiye olunca bir anda ölçüler değişiyor, bakıyorsunuz şahıs terör örgütü mensubu asker vurmuş, polis vurmuş, soygun yapmış, bomba atmış, yakmış yıkmış velhasıl terör örgütü kendisine ne emretmişse onu yapmış. Ama bu eylemleri yaparken cebinde de güya bir gazetenin, derginin, televizyonun tanıtım kartı var. Sarı basın kartı değil dikkat edin tanıtım kartı. Yakalandığında 'ben gazeteciyim' diyor. İyi de sen gazetecilikten yakalanmıyorsun ki sen terör örgütü üyeliğinden, terör örgütü adına eylem yapmaktan yakalanıyorsun. Avrupa ülkelerinde veya Amerika'da aynı suçu işleyen birine kimse gazeteci demiyor, anında terörist damgasını vurup cezasını kesiyor. veya gerçekten gazeteci dahi olsa yargılandığı konu casusluk, terör örgütünü ve terör eylemlerini övme gibi somut tanımı ve karşılığı olan suçlar. Bunun takdirini yapacak olan da yargı. Ülkemizde ise hemen bir yaygaradır başlıyor, hatta Anayasa Mahkememiz bile bunun etkisinde kalarak kendi varlığına adeta ihanet edercesine Anayasa'ya aykırı karar verebiliyor. Değerli arkadaşlar böyle olmaz. Türkiye şuanda dünyada terörle ve terör örgütleriyle en yoğun mücadeleyi veren ülkedir." "BİR TARAFTA BUNLAR, BİR TARAFTA DA İŞTE O AZERİ KIZIMIZ" ABD'de Türk-Amerikan Medeniyet Merkezi'nin açılışını yaptığını hatırlatan Erdoğan, muhteşem bir eser inşa edildiğini ifade etti. Açılış öncesi alana girerken bir Azeri kadın gazetecinin önümü kestiğini anlatan Erdoğan, şunları söyledi: "O gün sabah da Azerbaycan'la Ermenistan sınırında çatışmalar ve bu çatışmalar esnasında 12 Azeri kardeşimiz şehit olmuş, karşı tarafta da farklı rakamlarla öldürülen Ermeniler var ve o kızımız bana soruyu sorarken baktım gözleri yaşardı ve ağlamaya başladı. 'Azeri gardaşlarımız şehit oldu, ne dersiniz Cumhurbaşkanım?' dedi, ben de düşüncelerimi kendisine anlattım. Anlattıkça duygulandı, ağladı. Yanımda Diyanet İşleri Başkanı, eşim vesaire onlar da duygunlandılar. Şimdi bir Azeri gazeteci kızımıza bakıyorsun, bir de bizimkilere bakıyorsun, fark bu. Bizimkiler, çok enteresan Brooking Enstitüsü'nde konferans vereceğim, oraya girerken karşıda 50-100 kişilik bir grup var, o grubun içerisinde de yine bir tane bayan var; PKK'lı var, Asala var, Ermeni terör örgütü, bunun yanında paralel devlet yapılanmasından var. Hepsi bir araya gelmişler, oradan kendilerine göre bağırıp çağırıyorlar. Bir tarafta bunlar, bir tarafta da işte o Azeri kızımız." "ONLARIN KEYFİ İÇİN TÜRKİYE KENDİ BEKASINI TEHLİKEYE ATMAZ, ATMAYACAKTIR" Cumhurbaşkanı Erdoğan, bütün bunların dikkate alınarak atılan her adımda, yapılan her operasyonda hukuk devleti ilkesine azami derecede riayet edildiğini, temel hak ve hürriyetlere azami derecede hassasiyet gösterildiğini vurguladı. Türkiye'de terör olaylarının yüzde birine muhatap olan diğer demokratik ülkelerin verdikleri tepkilere, aldıkları tedbirlere dikkat çeken Erdoğan, "Amerika'da Sayın Obama'ya hakaret, Facebook'tan, Twitter'dan vesaire. Daha geçenlerde 3 yıla mahkum oldu. Aynı şekilde Almanya'da Merkel'le ilgili hakaret 2 yıla mahkum oldu ve buyrun, bu kadar açık net, ispatları da ortada. Bu açık gerçeklere rağmen ülkemizin üzerine bu kadar gelinmesinin demokratik hassasiyetle, hak ve özgürlüklerin savunulmasıyla bir ilgisinin olmadığına artık iyice kanaat getirdim. Mesele Türkiye'nin savunma reflekslerini zayıflatmak, gardını düşürmek, Türkiye'yi hedeflerinden projelerinden vazgeçirmektir. Hiç kimse kusura bakmasın, onların keyfi için Türkiye kendi bekasını tehlikeye atmaz, atmayacaktır" ifadelerini kullandı. "BİZE DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI DERSİ VERMEYE KALKANLAR ÖNCE KENDİ AYIPLARINI BİR ÖRTSÜNLER" "Biz bugüne kadar demokrasiyi de temel hak ve hürriyetleri de kalkınma hamlelerimizi de birileri istediği, birileri dayattığı için değil milletimiz bunlara layık olduğu için savunduk ve hayata geçirdik" diyen Erdoğan, şunları kaydetti: "Bundan sonra da yine milletimiz layık olduğu için demokrasiyi de hak ve hürriyetleri de savunmaya, yaşatmaya, geliştirmeye devam edeceğiz. Bize demokrasi, insan hakları dersi vermeye kalkanlar önce kendi ayıplarını bir örtsünler. Şöyle birkaç yüzyıl geriye dönüp baktığımızda kimlerin insan haklarından söz etmeye hakkı olduğunu, kimlerin de bu kavramı ağzına dahi almaya hakkı bulunmadığını görüyoruz. Aynı şekilde bugün biz Türkiye olarak mağdur duruma düşmüş 3 milyon insana kucağımızı açmışken, bu mazlumları kendilerinden uzak tutmak için çırpınanların kimler olduğu ortada, milli gelirleri bizimle mukayese edilmeyecek derecede fazla olan ülkelerin, ülkelerine aldıkları mülteci sayısı ortada. Şimdi ne yapıyorlar, 'Siz alın' diyorlar. Biz zaten sen söylesen de söylemesen de almaya başladık. Biz sizlerle bunu görüşerek, bu mülteci kardeşlerimizi ülkemize almadık." "EGE DENİZİ'NDEN TOPLADIĞIMIZ İNSAN SAYISI 100 BİN" Mülteciler için şuana kadar 10 milyar doları aşan harcama yapıldığının altını çizen Erdoğan, şunları söyledi: "STK'larımızın, belediyelerimizin yaptığı harcamaları söylemiyorum. Bu kadar harcamayı biz yaptık. Niye? Bizim dünyamızda merhamet var, bizim dünyamızda şefkat var, bizim dünyamızda 'Veren el alan elden hayırlıdır' anlayışı var ve bizim dünyamızda ensar, muhacir anlayışının ensar yaklaşımı var. Biz Suriye'den gelen kardeşlerimizi geri çevirdik mi? Çevirmedik. Ama onlar o jilet telleri koymak suretiyle ülkelerine bu insanları sokmadılar. Ege Denizi'nde ölenler belli ama bizim Ege Denizi'nde topladığımız insan sayısı 100 bin. Sahil Güvenlik Botlarımızla bunları topladık. Hala toplamaya devam ediyoruz. Ne dediler, 'İşte siz alın, gerçekten yaptığınız iş takdire şayan.' Takdire şayan da hadi siz de bir yerinden tutun, hayır. Hepsi şu hesabı yapıyor; bin tane, iki bin tane, beş bin tane de biz alırız. Biz milyonları konuşuyoruz, bunlar bunları konuşuyor. Ondan sonra bir de şunu söylüyorlar, 'İşte biz size şu kadar para vereceğiz, alın.' Biz sizden lütuf beklemiyoruz ki bugüne kadar yaptığımız harcamayı sizden bir şey gelecek diye yapmadık ki bu millet kendi yüreğinden gelenle bu adımları attı. Biz sarsılmadık, evelallah dimdik ayaktayız. Niye? Çünkü biz biliyoruz ki bunların hepsi bereketiyle geliyor ve geldi. Bundan sonra da gelecek, biz buna da inanıyoruz." "SON TEHDİT ORTADAN KALDIRILANA KADAR MÜCADELEYE DEVAM EDECEĞİZ" Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin bugün her alanda büyük bir mücadele içinde olduğunu, dünyadaki neredeyse tüm terör örgütlerinin Türkiye'yi hedef aldığını vurguladı. Türkiye'nin yanı başında yakın tarihin en büyük insanlık krizinin yaşandığına dikkat çeken Erdoğan, terörle mücadele konusunda şu mesajları paylaştı: "Ülkemizin Güneydoğusu'ndaki kimi ilçelerde, mahallelerde terör örgütü en aşağılık, en insanlık dışı yöntem olan sivilleri kendine kalkan yapmak suretiyle eylemler yürütüyor. Güvenlik güçlerimiz sırf sivillerin zarar görmemesi için kendi canlarını ortaya koyarak terör örgütünün, ona ve destek verenlerin saldırılarına karşı mücadele ediyor. Eğer biz bu mücadeleyi bizi eleştirenleri benzer bir saldırıya maruz kalmaları halinde başvuracakları yöntemlerle yürütmeye kalksak inanın bana birkaç günde operasyonlar biter. Ama biz onlar gibi değiliz, biz tek bir masum insanın burnunun dahi kanamasına gönlü razı olmayacak bir inanca, kültüre, ahlaka sahibiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Cumhurbaşkanı olarak terörle mücadele konusundaki çizgilerimizi bir kez daha sizlerle, tüm vatandaşlarımla, özellikle güvenlik güçlerimizle paylaşmak istiyorum. Terörle mücadeleyi ülkemize ve milletimize yöneltilmiş son silahlar susturuluncaya kadar, son terörist imha edilene, son tehdit ortadan kaldırılana kadar buna devam edeceğiz. Bu konuda en küçük bir müsamahamız, en küçük bir tereddütümüz, en küçük geri adımımız yoktur." "ÇAYDANLIK İÇERİSİNDE BOMBA HAZIRLAYANLARI GÖRÜYORSUNUZ DEĞİL Mİ?" Dün İstanbul Fatih'te araçla giderken yolunu kesen vatandaşların kendisine, "Sayın Cumhurbaşkanım ne olur ara vermeyin. Ne olur buna devam edin" mesajı verdiklerini belirten Erdoğan, "Nasıl ara vereceğiz. Bakın bodrumda çaydanlık içerisinde bomba hazırlayanları görüyorsunuz değil mi? Kahkahalar da atıyorlar mı? Atıyorlar. ve kahraman güvenlik güçlerimiz onları orada yakalamasalar, onları orada yok etmeseler kim bilir o çaydanlıklar nerelerde, nasıl, ne kadar güvenlik veya sivil insanımızın şehit olmasına vesile olacaktı. Onun için duramayız, ara veremeyiz" dedi. "YA TESLİM OLACAKLAR YA DA KISTIRILDIKLARI DELİKLERDE BİRER BİRER ETKİSİZ HALE GETİRİLECEKLER" "Biz çözüm süreci dedik, bunlar aldattılar ve her numarayı yaptılar. Bunların hiçbir sözüne inanılmaz. Artık geçti, şimdi işi bitireceğiz, her şeyi bağlayacağız ve Allah'ın izniyle ondan sonra da huzur ve refah ülkesi bir Güneydoğu'yu ortaya koyacağız" ifadesini kullanan Erdoğan, şunları kaydetti: "Şuanda hükümetimiz bölgede kentsel dönüşüm, değişim altında çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalarla birlikte İnşallah bölge çok daha farklı bir şekilde bir değişime tabi olacak. Terör örgütü yöneticileri ve onların güdümünde hareket edenler zaman zaman müzakere, görüşme, çözüm gibi laflar ediyorlar. Ortada müzakere edilecek de görüşülecek de bir konu yoktur, bunun böyle bilinmesi lazım. Silahlarıyla roketleriyle el yapımı bombalarıyla canlı bombalarıyla bombalı araçlarıyla güvenlik güçlerimizi ve vatandaşlarımızı hedef alan teröristlerin önünde iki yol var: ya teslim olup adaletin haklarında verecekleri karara razı olacaklar ya da kıstırıldıkları deliklerde birer birer etkisiz hale getirilecekler. Başka bir çareleri yok. Türkiye'nin önünde artık üçüncü bir yol kalmamıştır. Çünkü biz diğer yolları geçmişte hep denedik. 'Demokratik açılım' dedik olmadı, 'Milli, Birlik, Kardeşlik' dedik olmadı, 'Çözüm süreci' dedik gene olmadı. Daha neyi deneyeceğiz? Tüm samimiyetimizle tüm iyi niyetimizle her türlü riski, eleştiriyi göze alarak diğer alternatifleri hayata geçirmeye çalıştık, olmadı. Karşılığında mahalleleri, sokakları, binaları tuzaklanmış şehirler, 79 milyonun tamamını hedef alan bombalı araçlar bulduk. Yavrularımız katlettiler, şehit ettiler. Dolayısıyla terör örgütünün, onun güdümündeki yapıların söyledikleri hiçbir sözün geçerliliği, güvenilirliği yoktur. Bizim de milletimizin de devletimizin de nezdinde en küçük bir itibarı, en küçük bir karşılığı kalmamıştır. Bölge insanı terör örgütünün o sırtlan yüzünü gördükçe devletine daha da sahip çıkmaktadır. Bundan sonra terör örgütü ve yandaşları, yalanlarıyla riyalarıyla evrensel kavramların arkasına saklamaya çalıştıkları kanlı elleriyle ne bölge halkını ne de dünyayı kandıramayacaklardır." Erdoğan: Sıra artık HDP'li belediyelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bölgedeki belediyelerin terör örgütünün tasallutundan kurtarılmasına ihtiyaç vardır ve bunu devlet olarak yapacağız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde emniyet mensuplarıyla birlikte iftar yaptı. Şehit polislere Allah'tan rahmet, gazilere ise acil şifalar dileyen Erdoğan, özetle şunları kaydetti: 17-25 Aralık darbe girişimiyle ifşa olan bir grubun polis içinde ayrı bir polis teşkilatı oluşturduğunu dehşetle gördük. Ülkenin ve milletin menfaatlerine saldırmayı kendisine görev bilen bu ihanet çetesi dünyanın her tarafında Türkiye'nin aleyhinde çalışıyor. Gittiğimiz yerlerde paralel devlet yapılanması örgütünün üyelerinin bölücü terör örgüt mensuplarıyla, Ermeni çetecilerle omuz omuza ülkemize karşı eylem yaptıklarını görüyoruz. Bizzat Amerika'da konferans vereceğim bir think tank kuruluşuna girerken, orada bu çetenin YPG, PKK, Ermeni terör örgütü ile nasıl şahsıma ve heyetime karşı gösteriler yaptığını bizzat gördük, bizzat yaşadık. Bunlar ne millidir, ne yerlidir ne de bu vatanın evlatlarıdır. Bu yapı teröre mücadelemizi baltalamak için de elinden gelen her şeyi yaptı ve yapıyor. MİT TIR'ları meselesi sadece ihanetin bilinen örneğidir. Sizler bizzat yaşadığınız için diğer meselelere çok daha vakıfsızınız. Milletimiz paralel yapının bu karanlık yüzünü, gerçek niyetini, sinsiliğini, ihanetlerini gördüğü için bunlara karşı yürütülen mücadeleyi de samimiyetle destekliyor. Milletin arkasında durduğu bir mücadelenin başarıya ulaşmaması söz konusu değildir. Allah'ın izniyle bu iş sonuçlanacaktır. Ve bu iş başarıya ulaşacaktır. Hiçbir vatandaşımızın mağduriyetine mahal vermeden bölgeyi yeniden ayağa kaldırmak mecburiyetindeyiz. Bunu yapacağız, çok kısa zamanda yapacağız. Hiç endişe etmeyin. Sizler dimdik durdukça, imanınızı, azminizi korudukça bizler devletin başları olarak da inşallah bunu nihayete erdireceğiz. Şu anda adeta yıkıma uğramış olan o bölgeyi, tamamıyla sıfırlayacağız ve yeniden oraları ihya ve inşa edeceğiz. O toprakları ihya, inşa ederken Batı'ya da oradan bir ders vereceğiz. "Türkiye'de iç savaş var" dediniz. Türkiye'de iç savaş yok. Üst akıl olarak beslediğiniz o beslemelerinizin tahribat- ları var. Ya silahlarını bırakacaklar, gömecekler, betonlayacaklar, koordinatlarını verecekler ya da bu topraklardan çekip gidecekler. Bu konuda kararlığımız var, imanımız var. Bundan taviz veremeyiz. HDP'LİLER YARGIDA HESAP VERSİN Çünkü Türk milleti bunların hesabını vakti zamanı geldiğinde gereken kişilere de sormasını bilecektir. Bundan sonra terör örgütünün adeta birer militanı gibi hareket eden, arabalarıyla terörist, silah taşıyan, imkanlarını teröristlere tahsis eden milletvekilleri yaptıklarının hesabını adalet önünde verecekler. Şu anda dosyalar, fezlekeler mahkemelere gönderilmeye başlandı. Hepsi de gitsinler şimdi yargının önünde bunun hesabını versinler. Belediyeler konusunda da gerekli adımları süratle atmamız gerekiyor. Onun da adımlarını atmaya hazırlanıyoruz. Öyle belediye başkanı devletten gelen bütçe payını alacak, bunu dağa gönderecek. Yok böyle bir şey. Bunların da hesabı sorulacak. Terör örgütünden sipariş başkan yardımcılıkları... Bütün bunların hesabını adım adım soracağız. Kanun gerekiyorsa kanun çıkartılarak, idari işlem gerekiyorsa işlem yaparak, bölgedeki belediyelerin örgütün tasallutundan kurtarılmasına ihtiyaç vardır ve bunu devlet olarak yapacağız. Hükümetin bu konuda gerekli çalışmaları yaptığını görüyorum. MEMURİYETTEN MEN EDİLMELİLER Kamu kurumları içinde bölücü terör örgütüyle irtibatlı kimler varsa derhal tespit edilip hem memuriyetten men edilmeli, hem de haklarında adli işlem yapılmalıdır. Terör örgütüne eleman kazandıran öğretmen, teröriste ilaç taşıyan sağlık memuru, örgütün propagandasını yapan memur, bunlar asla kabul edilemez çarpıklıklardır. Bu devlet kendi parasıyla kendi aleyhine çalışan kişileri besleyemez. Bunun için de devlet memurlarıyla ilgili mevzuatın köklü bir şekilde değiştirilmesi gerekiyor. FİTNEYE FIRSAT VERMEYİN (Emniyet mensuplarına) Şu fitnelere, nifak unsurlarına Allah için fırsat vermeyin. Birbirinizi Allah için, bu vatan için, bu millet için sevin. O sokulmak istenen fitne unsurlarına asla fırsat vermeyin. Çünkü o bizden çok şeyler götürmüştür. Bundan sonra getirmesin. Yeni bazı şeyler çıkarıyorlar. Garip garip şeyler çıkarıyorlar. Aman fırsat vermeyin. Yazık olur. İnanın şehitlerimiz bizden bunun hesabını çok ağır sorar. AVRUPA'YA PKK PAÇAVRASI TEPKİSİ Terör örgütüyle birlikte hareket eden, imkanlarını ve iradesini örgütün emrine verilen yapıların üzerine de süratle gidilmesi şarttır... Meydan okuyorlardı. Dokunulmazlıkların kaldırılması gündeme geldikten sonra nasıl feveran ettiler gördünüz. Şimdi bakın Batı'da dolaşıyorlar. Buradan Avrupa Parlamentosu'na sesleniyorum. Sizler Parlamento binasının koridorlarına asmış olduğunuz o bölücü terör örgütlerinin paçavralarıyla nereye mesaj vermek istiyorsunuz? Bilesiniz ki bunlar Türkiye'nin gönlünü yapmanıza yetmez. BUNLARIN YAPTIĞI KÜFÜRDÜR, ŞİRKTİR Çünkü biz Allah'tan başka hiçbir mabud tanımadık, tanımıyoruz. Aklımızı da kimseye kiraya vermiyoruz. Allah'tan başka bizim Rabbimiz yok. Bu yolda olanlar yanlıştadır. Ne demek o, 'Bize Pensilvanya'daki zat şah damarından daha yakın' diyor. Böyle bir şey söylenebilir mi? Bu bir küfürdür, şirktir. Bize şah damarından yakın olan sadece Rabbimizdir, ondan başka yok. Bizler bu kararlılığımız sürdüreceğiz. MİNİK ELLERİN COŞKUSU İstanbul'daki bin 299 ilkokul öğrencisi, Darülaceze'deki çocuklar ve otistik çocukların hazırladığı en büyük el dokuma Türk bayrağı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hediye edildi. Erdoğan'ın, 'Asrın İmecesi Sevgi Kilimi- 1299 Minik El Bir Bayrak' projesi heyetini Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde kabulü sırasında renkli görüntüler yaşandı. Roma Polisi, Kadın Taraftarları Tamamen Soyarak Aramış Roma polisinin, Lazio maçı için şehre gelen kadın Galatasaraylı taraftarları anadan doğma soyarak aradığı ortaya çıktı. Lazio - Galatasaray maçı üzerinden 2 gün geçti. Mücadeleyi izlemek için Roma'ya giden sarı-kırmızılı taraftarlar inanılmaz uygulamalarla karşı karşıya geldi. Tribüne girmeye çalışan erkek ve kadın taraftarlar çırılçıplak soyundurularak arandı. Bir çok taraftarın bu olaydan sonra psikolojisi bile bozuldu. Roma'da maç günü yaşananlara anbean tanıklık eden ultrAslan yöneticisi Orhan Tolga Balarısı Sporcope'a konuştu. Röportaj şu şekilde: Roma'da sıkıntılar yaşadık. Pegasus'tan sabah 5 uçağına yer ayırttık. Uçağın %90'ında maç için Roma'ya giden Galatasaraylı taraftarlar vardı. Roma'ya indik. Roma'ya indikten sonra pasaport kontrolünden geçmeden önce hayatım boyunca ilk kez gördüğüm bir uygulama gördüm. Normalde uçağa binmeden önce yapılan işlemler uçaktan indikten sonra yapıldı. Yani ben bütün maçlara gidiyorum, her yere gidip geliyorum. Gezi amaçlı da gidiyorum, maç için de gidiyorum. Hayatımda ilk kez böyle bir şey gördüm. Uçağa binmeden önce yapılan muamelenin aynısı yapıldı. Çantalarımız güvenlik bandından geçirildi. Geçtikten sonra iki tane polis bizim üstümüzü aradı. Uçaktaki 80 kişinin üstü, 2'şer kişi alınarak arandı. Buradaki zaman kaybımızı düşünebiliyor musunuz? "BİZİ TEK TEK KONTROLDEN GEÇİRDİLER" Kontrol ne kadar sürdü? Minimum 1-1,5 saat sürmüştür. Polis kontrolünden geçtikten sonra bir kapının önünde yine iki tane polise pasaportlarımızı uzattık, isim listesine baktılar. Bu listenin ne listesi olduğunu kimse bilmiyor. Pasaportumuzu uzattık, listeden baktılar. Daha sonra uçakların indiği hol gibi bir yere çıktık pasaport kontrolü öncesinde. Bizi ayrı bir yerden aldılar yani. Diğer gelenler bu muameleyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum. Toplu halde gittiğimiz için mi yoksa bir duyum mu aldılar bilmiyorum. Bizi ayrıca bir koridordan alıp, x-ray ile bant üzerinden geçirdikten sonra ekstra bir pasaport konrolü yaptılar. Bu pasaport kontrolü normal bir ülkeye giriş kontrolü değil. Polisin elinde bir liste var. Oradan soyada bakıyor. Diğeri onay veriyor. Daha sonra uçakla pasaport kontrolünün yapıldığı hole aradaki hole aldılar bizi. Normalde AB vatandaşı olanlar için pasaport kontrol noktası fazladır, AB vatandaşı olmayanlar için azdır. Bizim için tek bir koridor yaptılar ve bizi tek tek aldılar. Girerken de "Hangi otelde kalıyorsunuz?" gibi garip garip sorular sordular. Uçaktan indikten sonra havaalanından çıkmanız toplamda ne kadar sürdü? Şöyle söyleyeyim, biz saat 6'da havaalanına indik. Otobüs ayarlamıştık. Otobüs şoförü beni 2 saat beklettiniz dedi. 8: 30 gibi çıktık havaalanından. Yani yaklaşık 2,5 saat sürdü toplamda. Aynen. 2,5 saat falan sürdü hepimizin çıkması. Sonrasında ne oldu? "ARKAMIZDA HEP POLİS VARDI" Otobüslere bindik. Otelimize gittik. Bir gün önceden belirlediğimiz Poppolo Meydanı diye bir yer var. UltrAslan bir gün önceden, diğer Galatasaraylılar'ın başına bir şey gelmemesi için maçtan bir gün önce Poppolo Meydanı'nda buluşacağız diye duyuru yaptık. Daha sonra kulüp maç günü saat 11: 00 civarında başka bir yeri göstererek bir duyuru yaptı. Bizim belirlediğimiz yer ile kulübün belirlediği yerin arası 500 metre civarındaydı. Kulüp parkın içini, biz de parkın hemen yanındaki meydanı gösterdik. Daha sonra kulüp isim yanlışlığı vardı herhalde, aynı yeri farklı bir isimle paylaştı. Saat 15: 30 gibi insanların hiçbirisi çoğunluk ve biz orada olduğumuz için kulübün belirlediği yere gitmedi. Poppolo Meydanı'nda bekledik ve parka doğru yürüyüşe geçtik. Bu süreçte arkamızda polis vardı hep. Herhangi bir müdahale yoktu. Yürürken meşaleler, sis bombaları yakıldı. Kortej görüntülerini görmüşsünüzdür zaten. Biz kortej halinde toplanma meydanından parka geçtik. Tahminen kaç kişi vardı? Yani şöyle söyeyeyim, kulüp duyuru yaptığı için bireysel giden yoktu. O maç için oraya gelen 2000-2500 kişi civarındaydık. Herkes oradaydı. Herkes Poppolo Meydanı'ndaydı. Kortej halinde parkın içine girdik. Parkın içinden bizi yolun oraya aldılar. Daha sonra dediler ki biz sizi otobüslere bindirerek topu halde götüreceğiz. Daha sonra otobüslerin gelmesi beklendi, bu sürede zaman işliyor tabii. Maç (İtalya yerel saati ile) 19: 00'da başlayacak. Saat 4 gibi bu süreç başladı. Ondan sonra polis önümüzde bir barikat şeklinde durdu. Bize sırayla 50 kişi 50 kişi alacaklarını söylediler. Biz de tamam dedik. Ön tarafta organize etmeye başladık. İlk bir polis barikatını geçiyorlar. Daha sonra otobüslerin girişinde bir kez daha üstlerimiz arandı. 4'er otobüs 4'er otobüs insanlar stada gitmeye başladı. Bu arada otobüsler maça girmemize 2 saat kala, saat 16: 30-17: 00 gibi geldi. Ondan sonra ilk bir 4 otobüs gitti. Polise bizi 50 kişi 50 kişi almalarını söyledik. Polis otobüsleri beklediklerini söyledi. Bizim sayımız kadar otobüs yok. Otobüsler gidiyor, bırakıyor. Sonra onların gelmelerini bekliyoruz. Bulunduğumuz yer ile stat arası yaklaşık 15 dakika mesafede. Bir yarım saat giden otobüsleri bekledik. Sonra baktılar olmayacak başka otobüsler istendi. Sonra kalan herkes bir defada götürüldü. Bu süreçte insanları 50 kişi 50 kişi yolluyoruz, insanlar aramadan geçiyor. Otobüse biniliyor. Otobüste bekleniyor. İnsanlar gidiyor. Son otobüse binen arasında diğer giden arasında minimum 1 saat var. Adamlar 1 saat otobüste bekledi, diğer otobüsün gelmesi için. Saat 18: 00 gibi stadın oraya geldik. Stadın oraya gelince yaklaşık 1500 kişi orada oldu. 3 adet turnike var. 3 adet turnikeden birer birer geçiriyorlar. İnanılmaz yavaş hareket ediyorlar. İstanbul'dan biletleri aldığımızda biletlerin üzerine pasaport numalarımızı, uyruğumuzu ve doğum tarihimizi yazmamızı istemişlerdi. O şekilde biz ordan tek tek stada girdik. "KADINLARI ANADAN DOĞMA SOYDULAR" Girdikten sonra bizi x-ray'den geçirdiler. Pasaport bilet kontrolü yaptılar. Normalde her yerde turnikeden sonraki aranmadan sonra tribüne geçersin. Burada öyle bir şey olmadı. Burada olan şu; polisler yine barikatlar kurmuş. Bizi 3 kişi 3 kişi, 2 metrekarelik bir alan düşünün, 2 tarafında kapı var. Bir kapıdan giriyorsun, diğer kapıdan çıkıyorsun. İçeride de 3 tane polis var. İtalyanca konuşuyorlar, hiçbirimizde İtalyanca yok. Sonra anladık ki, bizden pantolonlarımızı çıkarmamızı istediler. Sert de bir çıkış yapamıyorsun çünkü direkt gözaltına alıyorlar, kaba kuvvet kullanıyorlar. Orada 2 metrekarelik alanda pantolonları indirdik. Boxerla kaldık, boxerın üzerinden bizi aramaya devam ettiler. Boxera ne yapabilirsin? Ne sokabilirsin? Baktık bayanlar var yan tarafta, onlara ne yapacaklar acaba diye baktık. Bayanları 6 kişi 6 kişi alıp farklı bir yere götürdüler. Ondan sonra biz içeri girdik. Bayanlar sinirli. Odadan çıkan herkes deli gibi küfür ediyor, üstlerini başlarını yırtıyorlar. O odadan çıkanın psikolojisi bozuluyor yani. Bozulmaz olur mu? Köpek muamelesi gördük. Avrupa Birliği diyorlar ama gösterilen muamele 3. Dünya ülkelerinde bile yok. Biz öbür tarafa geçtik. Kadınları gördük, gözleri dolmuş Kadınları anadan doğma soymuşlar, iç çamaşırlarını bile çıkarttırmışlar. Bunu kadın polisler yapıyor değil mi? Tabii kadın polisler yapıyor. Yani iç çamaşırı, her şeylerini çıkarttırıyorlar öyle mi? Aynen öyle. Ondan sonra biz tribüne geçtik. Biz öncelikli girdiğimiz için bu süreci söyleyebiliyorum. 18: 50'de içeri girdim. Ben içeri girdiğimde içeride minimum 150-200 kişi vardı. Maçın ilk 10 dakikasında takım için tezahürat yapmadık. "Yönetim uyuma, işkence var dışarıda" diye tezahürat yaptık. Belki televizyondan da duyulmuştur. Duyuldu. Sosyal medyada da bir örgütlenme oldu zaten. Özellikle yönetimin sahip çıkması yönünde oldu. Daha sonra stada girdik. Yönetime bağırdık taraftar dışarıda diye. İlk yarının bitmesine yaklaşık 1 dakika kala yine yönetime "Yönetim uyuma, taraftar dışarıda" diye tezahürat yaptık. "İLK YARIYI BELKİ 500 KİŞİ İZLEMİŞTİR" Yani ilk yarı bitene kadar içeriye giremeyen taraftar vardı, öyle mi? Tabii tabii. İlk yarı bitti, 15 dakika ara geçti. 50.'ye dakikaya kadar hala insanlar koşa koşa tribüne çıkıyordu. Ondan sonra ne olduysa, devre arasında koridora indik. Polisler orada bekliyordu. Islıkladık, üzerlerine bir şeyler atmaya çalıştık. Süreci hızlandırsınlar, bir şeyler olsun diye. Ondan sonra Fatih İşbecer, Alper Narman, bir de Cenk Ergün. 3'ü geldiler. Kulüp yetkilileriyle görüştüler. Bu insanların kilometrelerce uzaktan geldiklerini, hiçbir şeyleri olmamasına rağmen maçın ilk yarısının bittiğini, hala dışarıda insanların olduğunu söyledikten sonra artık orada diplomatik girişimler mi oldu kulüpler arasında mı bir iletişim oldu bilemiyorum ama ondan sonraki süreçte, ilk yarıyı belki 500 kişi izlemiştir, geri kalan 1500-2000 kişiyi 10 dakikada içeri aldılar. Direkt hızlandırdılar. O taraftarlara 2 metrekarelik alanda arama yapıldı mı bilmiyorum. "100-150 KİŞİ İZLEMEDEN DÖNDÜ" Soyunma olayı olmadı muhtemelen. Muhtemelen olmadı. Çünkü yetişmezdi. Muhtemelen bilet pasaport kontrolünü de yapmadılar. Sonrasında herkes içeri girmiş oldu. 50. dakikada dışarıda kimse kalmadı diye duyduk. Bu süreçte bir 100-150 kişi de geri döndü. Düşünsenize, önünüzde 1000 kişi var, maç başlamış, yarım saat olmuş. Sana sıranın ne zaman geleceği belli değil. İşte her kafadan bir ses çıkıyor. Sinir harbinden 100-150 kişinin geri döndüğünü duyduk. Sonra maç oynandı. Maç oynandıktan sonra normal deplasman kuralları gereği içeride bir 45 dakika bekletildik. 45 dakika bekletildikten sonra kapılar açıldı. Otobüsler dışarıda bekletiliyordu, bizi aldılar. 30 otobüs vardı, 30 otobüsü toplu bir hareket olmaması için 5'erli 5'erli farklı yerlere bıraktılar. Örnek vermek gerekirse, bizi Taksim'e bırakmaları gerektiğini düşünün. 5 otobüsü Mecidiyeköy'e bırakılar, 5'ini Beşiktaş'a, 5'ini Levent'e bırakır gibi paylaştırdılar. Sonra insanlar otellerine gittiler. İnanılmaz bir yağmur yağıyordu, maçın yorgunluğu var, kupadan elenmişiz. Dönerken bir sıkıntı olmadı. "ÇOĞU TARAFTAR TAKIMINI DESTEKLEYEMEDİ" Anladığım kadarıyla Lazio kulübü, Galatasaray taraftarının takımını desteklemesini engelledi doğru mu? Yani burada Lazio Kulübü mü, İtalya yönetimi mi, Fransa'da yaşanan saldırılardan sonra normal bir süreç mi bilmiyorum. Bu 3'üne de yorabiliriz bilmiyorum ancak burada mağdur olan Galatasaray taraftarıdır. Lazio da yapsa, İtalya devleti de yapsa, güvenlik güçleri de yapsa burada mağdur olan biziz. Bizi 15: 30'da toplatıyorsun, madem bunlar olacaksa 11: 00'de topla, insanlar içeri zamanında girsin, biz de takımımıza destek verelim. İnsanlar o kadar maddi harcama yaptı, işlerinden izin aldılar, eşiyle kavga etti, takımlarını yalnız bırakmak istemediler ancak takımını destekleyemedi çoğu. "ORTALAMA MALİYET 1500-2000 TL" Bir kişinin ne kadar para harcaması gerekiyor o maçı izleyip dönmesi için? Bir kişinin ortalama 1500-2000 lirası gitmiştir. Kura çekildiği zaman yaptırdıysa rezervasyonunu, 500'ü otele, 100 lira maç biletine, orada konaklaması, harcaması 1500'ü bulur. Yönetim Galatasaray taraftarına destek mi oldu, geç mi kaldı? Biz ilk 10-15 dakika "Yönetim uyuma, işkence var dışarıda" diye tezahürat yaptık. Biz yönetimdeki kişilere ulaşmaya çalıştık. Daha sonra dediğim gibi Fatih İşbecer, Alper Narman, Cenk Ergün'ün geldiğini duyduk. Belki konsolos da gelmiştir. Onların gidip işlemleri hızlandırdığını söylediler. "KULÜP BİR ŞEY YAPAMADI" Senin bir sitemin var mı yönetime daha hızlı olabilecekleri konusunda? Orada son kişi kalana kadar bir tane yetkilinin orada bu süreci yönetmesi lazımdı. Murat ağabey var, stat müdürümüz. Toplanma sırasında bizimleydi ama stada geldikten sonra onu göremedik. Toplanma esnasında İstanbul Emniyeti'nden iki adet yetkili vardı. Stada gelene kadar İstanbul Emniyeti'nden iki kişi ve Murat ağabey bize eşlik etti. Onlarlık bir durum yok. Bize İspanya'da da Atletico maçında da saçma sapan muamele yaptılar. Duvara yasladılar, ayaklarımıza vurdular. Orada da yine Türkiye'den gelen emniyet yetkilileri ve kulüp yetkilisi vardı da oradaki süreçte kulüp de bir şey yapamıyor. Kulüp üstü bir iletişim eksikliği olduğunu düşünüyorum. Kulüp de bir şey yapamadı. "DAHA ÖNCE BÖYLE BİR ŞEY GÖRMEDİM" Sen yıllardır deplasman maçlarına giden bir taraftarsın. Daha önce böyle bir uygulama gördün mü? Son 4 senede Avrupa'da oynana deplasman maçlarının hepsine gittim ve ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Daha önce Türkiye'de böyle bir uygulama yapılmadı di mi deplasman takımı taraftarına? Hayır. Ben hatırlamıyorum. Biz yurtışındaki maçlarda hor görülüyoruz, yabancı taraftarlar ülkemizde baş üstünde tutuluyor. Lazio taraftarıyla hiç karşı karşıya geldiniz mi? Bir arbede ya da kavga yaşandı mı? Hayır. Şöyle bir şey söyleyeyim, ne bir Laziolu gördük ne Romalı gördük. Lazio atkılı dolaşan bir kişiyi bile görmedik. O şekilde hiçbir karşılaşma, yaklaşım olmadı. Maç sonrasında yönetim istifaya çağrıldı, doğru mu? Evet. Mustafa Denizli ve yönetimi. "TOPÇULAR RUHSUZ OYNUYOR" Tribünde yaşananlar ile ilgili değil sahada yaşananlarla mı ilgiliydi bu tepki? Evet. Maç öncesinde yaşananlarla alakası yok. Oradaki sonuç, topçuların ruhsuz oynaması. Yönetimin dışında topçulara "O forma herkese nasip olmaz, o formayı çıkarın" diye de tepki gösterdik. Sezon öncesinden biriken, ligde havlu attık evet ama bu tepkiyi Avrupa'da yolumuza devam ettiğimiz için hep erteliyorduk. Mersin İdman Yurdu maçında yenildik. Bize dediler ki "Niye susuyorsunuz?". Başka bir maçta yenildik "Niye tepki vermiyorsunuz?" dediler. Biz de dedik ki bu takım Avrupa'da mücadele ediyor. Bu takımın önünde köstek değil destek olmamız lazım dedik. Yeri gelince biz tepkimizi de gösteririz dedik. Verilen tepki her şey sona erdiğinde verildi. İçimizde biriken tepkiyi son 5 dakikada yönetime, futbolculara gösterdik. Bundan sonraki maçlarda da bu böyle devam eder. Cumhurbaşkanı Erdoğan: Nereye mesaj vermek istiyorsunuz? Emniyet mensuplarıyla bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Parlamentosuna sert tepki gösterdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde emniyet mensuplarıyla birlikte iftar yaptı. Şehit polislere Allah'tan rahmet, gazilere ise acil şifalar dileyen Erdoğan, özetle şunları kaydetti: 17-25 Aralık darbe girişimiyle ifşa olan bir grubun polis içinde ayrı bir polis teşkilatı oluşturduğunu dehşetle gördük. Ülkenin ve milletin menfaatlerine saldırmayı kendisine görev bilen bu ihanet çetesi dünyanın her tarafında Türkiye'nin aleyhinde çalışıyor. Gittiğimiz yerlerde paralel devlet yapılanması örgütünün üyelerinin bölücü terör örgüt mensuplarıyla, Ermeni çetecilerle omuz omuza ülkemize karşı eylem yaptıklarını görüyoruz. Bizzat Amerika'da konferans vereceğim bir think tank kuruluşuna girerken, orada bu çetenin YPG, PKK, Ermeni terör örgütü ile nasıl şahsıma ve heyetime karşı gösteriler yaptığını bizzat gördük, bizzat yaşadık. Bunlar ne millidir, ne yerlidir ne de bu vatanın evlatlarıdır. Bu yapı teröre mücadelemizi baltalamak için de elinden gelen her şeyi yaptı ve yapıyor. MİT TIR'ları meselesi sadece ihanetin bilinen örneğidir. Sizler bizzat yaşadığınız için diğer meselelere çok daha vakıfsızınız. Milletimiz paralel yapının bu karanlık yüzünü, gerçek niyetini, sinsiliğini, ihanetlerini gördüğü için bunlara karşı yürütülen mücadeleyi de samimiyetle destekliyor. Milletin arkasında durduğu bir mücadelenin başarıya ulaşmaması söz konusu değildir. Allah'ın izniyle bu iş sonuçlanacaktır. Ve bu iş başarıya ulaşacaktır. Hiçbir vatandaşımızın mağduriyetine mahal vermeden bölgeyi yeniden ayağa kaldırmak mecburiyetindeyiz. Bunu yapacağız, çok kısa zamanda yapacağız. Hiç endişe etmeyin. Sizler dimdik durdukça, imanınızı, azminizi korudukça bizler devletin başları olarak da inşallah bunu nihayete erdireceğiz. Şu anda adeta yıkıma uğramış olan o bölgeyi, tamamıyla sıfırlayacağız ve yeniden oraları ihya ve inşa edeceğiz. O toprakları ihya, inşa ederken Batı'ya da oradan bir ders vereceğiz. "Türkiye'de iç savaş var" dediniz. Türkiye'de iç savaş yok. Üst akıl olarak besledi- ğiniz o beslemelerinizin tahribat- ları var. Ya silahlarını bıraka- caklar, gömecekler, betonlaya- caklar, koordinatlarını verecekler ya da bu topraklardan çekip gidecekler. Bu konuda kararlığımız var, imanımız var. Bundan taviz veremeyiz. 'Türkiye El Bab'a girerse Ortadoğu cehenneminin kapıları açılır' Gazeteci Hüsnü Mahalli, Türkiye'nin Suriye politikasını değerlendirirken 'Türkiye El Bab'a girerse Ortadoğu cehenneminin kapıları açılır' yorumunda bulundu... Türkiye'nin Suriye politikasında bir değişiklik olmadığını belirten gazeteci Hüsnü Mahalli, Ankara'nın hâlâ Müslüman Kardeşler'i Ortadoğu'da hakim kılmak gibi boş hayaller peşinde koştuğunu ifade etti. Ortadoğu'nun Türkiye'nin 'at koşturacağı' bir yer olmadığını vurgulayan Mahalli, "El Bab'a girildiği anda bütün cehennem kapıları açılır" yorumunu yaptı. Sputnik'te yer alan habere göre; ABD'nin desteği, Rusya'nın müsadesiyle Suriye'nin kuzeyinde ÖSO şemsiyesindeki gruplarla Fırat Kalkanı operasyonuna girişen Türkiye'den hem Rakka hem de Musul'da rol oynamayı istediğine dair işaretler geliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önce IŞİD'in Suriye'deki kalesi Rakka operasyonuna girme arzusunu dile getirip PYD'siz bir operasyon şartıyla TSK'nın destek verebileceğini belitti. Ardından Irak'ta IŞİD'in kalesi Musul'a yönelik ‘eli kulağında' diye addedilen ortak operasyona katılma sinyali verdi. Peki ABD ile Rusya'nın Suriye'de kalıcı ateşkesi sağlamaya yönelik çabasının boşa çıktığı ve diplomasi zemininin kaydığı bir ortamda Türkiye nereye kadar ilerleyebilir? Türkiye'nin hedefi ne? Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarını nasıl yorumlamak gerekiyor? Gazeteci ve yazar Hüsnü Mahalli ile konuştuk. 'TÜRKİYE'NİN TUTUMU DEĞİŞMEDİ, BOŞ HAYALLER PEŞİNDE' Suriye'nin yakın müttefiki Rusya'nın Ankara'ya 'Suriye vizesi' vermesine karşın Türkiye'nin Suriye politikasında ana başlık itibariyle değişen bir şey olmadığını söyleyen Mahalli, ‘Arap isyanlarından bu yana Ankara'nın bölgede Müslüman Kardeşler'i iktidara taşımaya dönük hamleler yaptığını dile getirdi. Türkiye'nin Suriye'de savaşan neredeyse tüm gruplarla içli dışlı olduğunu ve derin stratejik işbirliğine gittiğini belirten Mahalli, aynı durumun Irak'ta da olduğunu ifade ederek, "Musul ile ilgili konuşuyorsak eğer, Türkiye'nin söylemleri geçmişten bugüne değişmedi. Bugün Türkiye 3000 civarında Tarık Haşimi'nin, Sünni aşiretlerin ve Nuceyfi'nin onlara bağlı aşiretlerden bir sürü adamı eğitiliyor. Bağdat hükümetinin ABD ve diğer batılı müttefiklerle birlikte IŞİD'in Musul'dan kovulma operasyonu başlatıldığında Türkiye de kendince böyle hayallere kapılıyor. 1925'deki Musul ile ilgili anlaşmayı da tartışmaya açsak mı gibi, tıpkı Lozan'da yaptığı gibi garip garip saplantıların içine giriyor" değerlendirmesi yaptı. 'BU KADAR SAMİMİYSEN İNCİRLİK'İ KAPAT DA GÖRELİM' Türkiye'de iktidar yanlısı medyanın tavrı ve ciddi bir muhalefet eksikliğinden içeri Cumhurbaşkanı'nın her türlü söyleminin meşrulaştırıldığına dikkat çeken Mahalli, iktidar yanlısı medyada türetilen "ABD'liler Suudileri yargılayacaksa biz de ABD'yi yargılayalım" söylemine dikkat çekerek şu tespiti yaptı: "Bunlar aptalca şeyler. Bunların dış politika kavramları açısından bir tutar yanı yok. Cumhurbaşkanı herkese her konuşmasında ağır laflar ediyor. Madem bu kadar samimisin, kapat İncirlik Üssü'nü. 1 aylığına kapat, 3-4 günlüğüne kapat. ABD'lilerin burada bir sürü şirketi var. Hadi kapat bakalım. Yani bunlar dış politika anlamında hiçbir değeri olmayan söylemler.” 'BU COĞRAFYA TÜRKİYE'NİN AT KOŞTURACAĞI BİR YER DEĞİL' Suriye'nin kuzeyinde ÖSO şemsiyesindeki gruplarla girişilen Fırat Kalkanı operasyonu kapsamında, Cumhurbaşkanı'nın bizzat dile getirdiği El Bab hedefine dikkat çeken Mahalli, "El Bab'a girdin, Mınbiç'e girdin. Ya sonra? O coğrafyayı nasıl tutacaksın. Suriye devletinin en azından şimdilik sesi çıkmıyor. Ruslarla anlaşmadan dolayı olduğunu da söyleyelim. Peki yarın Suriye devleti sana çık dediğinde, sen de çıkmadığında o zaman burada bir Türkiye-Suriye savaşı çıkabilir. Resmi anlamda bunu söylüyorum. İki devlet birbirine girebilir. Kim kazanır kim kazanmaz bunu bilmiyoruz. Orada Rus, İran askeri, Hizbullah var. Böyle aptalca ve komik birşey olabilir mi? Bu coğrafya sanki bir tek Türkiye'nin atını koşturacağı bir yer. Suriye var, Irak var, İran var, Araplar ve Kütler var" diye konuştu. Mahalli, sözlerini şöyle sürdürdü: “Eğer Türkiye kötü niyetliyse, Suriye ve Irak'ta kötü niyetle davranıyorsa, bilinmelidir ki El Bab'a girildiği anda Ortadoğu'nun bütün cehennem kapıları açılır. Bab, Arapça'da kapı demektir. O zaman herkes herkesin ne yapacağını görecektir. Eğer kötü niyet varsa…” 'ERDOĞAN'IN SÖZLERİNİN İLER TUTAR YANI YOK' Cumhurbaşkanı'nın "Musul, Musullularındır, Telafer Telaferlilerindir. Hiç kimsenin buralara gelip girmeye hakkı yok" sözlerine de değinen Mahalli, bu bölgelerin neden özellikle Erdoğan tarafından gündeme getirildiğini ifadelerle sorguladı: "Niye Mekke de Mekkelilerin, Hartum da Sudanlıların demiyor? Sen eğer bu denklemin içinde bir rol peşinde değilsen kendince, ki o rol hiçbir zaman olmayacak, bunları neden söylüyorsun ki? İçe dönük bir hamleyse zaten senin üstüne konuşacak kimse yok ki. Belli çevreler hayal görüyor. Zaten ne kadar öngörülü olduklarını gördük. Cumhurbaşkanı'nın Lozan'dır, Abdülhamid'dir, kullandığı bu kavramların bugünkü gerçeklikle asla alakası yok. Yani Lozan'ı tartışmaya açıyorsun. Üç gün önce Abdülhamit'i tartışmaya açıyorsun. 4 gün sonra Suriye'de ölen ÖSO'cuları şehit kabul ediyorsun. Bunları kime anlatıyorsun? İç kamuoyuna dönükse bir şey ifade etmiyor. Yandaş medya zaten öyle bir haldeki bunlara 100 saat de anlatsan bu arkadaşlar hiçbir şey anlamıyor." Türkler artık istenmiyor Rus savaş uçağının Türk havasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülmesi Moskova – Ankara ilişkilerinde dönüm noktası oldu. Binlerce Türkün hayatı bir anda değişiverdi. Türklere şimdi 'devlet düşmanı' gözüyle bakılıyor. Moskova'nın yaklaşık 500 kilometre güneyindeki Voronej... Bir öğrenci şehri... Dünyanın her yanından gençler okumak için buraya geliyor. Kentteki çok uluslu bu öğrenci evi ise birkaç gün sonra dağılacak. Çünkü evde yaşayan iki Türk öğrenci Türkiye'ye geri dönüyor. Her şey bir anda değişiverdi Uğur ve arkadaşları geriye dönüp baktıklarında bir yandan Rusya'da geçirdikleri harika üç yılı yad ederken, bir yandansa her şeyin bir anda nasıl değişiverdiğine hayret ediyor. "Bir arkadaşımın ev sahibi onu sırf Türk olduğu için evden çıkardı. Bazı arkadaşlarım üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Başka bir arkadaşımı yolda polis durdurmuş. Parasını alıp, tehdit etmişler. O zamandan beri korku içinde yaşıyoruz. Herhangi bir sebeple bir gün buradan ayrılmak zorunda bırakılma korkusuyla... Yetkili makamlar bunun için gereken bahaneyi nasılsa bulacaktır." Türkleri korkutmaya çalışıyorlar Uğur ve Onur kendilerini çaresiz hissettiklerini belirtiyor. Onları da korkutmaya çalışanlar olmuş: "Bizi arayıp ‘Bundan böyle nerede olduğunuzu bileceğiz. Her saat başı sizi nerede bulacağımızı haber vereceksiniz. Hatta her yarım saatte bir…’ dediler. Ne diyebilirim ki? Hiç hoş bir durum değil.” Türk ve Rus hükümetleri arasında yaşanan savaş uçağı geriliminden bu yana Rusya'da yaşayan Türkler baskı altında. Oysa daha önce Türkler ve Ruslar yakın ekonomik ilişkiler nedeniyle can ciğer dost konumundaydı. Rusya'nın başkenti Moskova. Burası kentin yeni yüzü olan Moskow City semti. Burada Türkiye'nin eskiden Rusya için nasıl büyük bir anlam taşıdığını görmek mümkün. Evolution adlı bu şık gökdelen bir Türk inşaat firmasının imzasını taşıyor. Sokaklarda Türkçe konuşmaya çekiniyorlar İki ülke arasındaki dostluğun pekiştiği son buluşmalardan biri eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yaşandı. İki lider birlikte Moskova'da Avrupa'nın en büyük camisinin açılışını kutladı. Sadece dört ay sonra burada yaşayan Türkler adeta sokaklarda Türkçe konuşmaya çekinir hale geldi. Üniversite öğrencisi Uğur: "Rus uçağının düşürülmesinden sonra bize çok farklı bakıyorlar. Daha önce Ruslar ‘Ah biz Türkiye'ye bayılıyoruz. Antalya'ya gitmiştik. Şimdi orada havalar nasıl?’ diyordu. Şimdiyse Türk olduğumuzu söylemeye çekinir olduk. Türkçe konuştuğumuz zaman bize garip garip bakıyorlar. Hiç hoş değil." Rusya'dan ayrılmaktan başka çareleri yok Uğur'un eğitim gördüğü üniversitenin rektörü konuşma taleplerimizi geri çevirdi. Rektörlükten gönderilen yazılı açıklamada üniversitede eğitim gören 10 öğrenciden 9'unun okulla ilişiğinin kesildiği, ancak bu durumun siyasi bir gerekçesi olmadığı belirtiliyor. Rektörlüğe göre neden öğrencilerin kötü notları, öğrencilere göre ise bu sadece bahane. Ancak Rusya'dan ayrılmaktan başka çareleri de yok. "Rusya'dan ayrılmayı hiç istemiyorum. Ama tüm arkadaşlarım gitti. Korkuyorum diyemem ama kendimi rahatsız hissediyorum." Yakın zamana kadar Rusların en yakın dostlarından olan Türkler şimdi devlet düşmanı, istenmeyen kişiler olarak görülüyor. Nefesten önce nefesten sonra Yaşam enerjimiz olan nefesin doğru kullanımına dikkat çeken Nevşah Fidan Karamehmet, “Güç ve mutluluk içimizde. Nefesle dışarı çıkarıyoruz” dedi Türkiye onu, ‘Nefes ve Yaşam Koçu’ olarak tanıdı. Bugüne kadar yüzlerce insanın bakış açısının değiştiren Nevşah Fidan Karamehmet’le sohbet ederken aynı zamanda farklı bilgiler edindim. -‘Nefes Koçluğu’ mesleğini Türkiye’ye getirdiniz. Bu süreçten bahsedebilir misiniz? Öncelikle zor bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Çok çalışmam gerekti. “Bir ülkeye yeni bir mesleği getirmek ne kadar zor bir şeymiş” diye düşündüm hep. Çünkü ‘Nefes Koçluğu’ dediğimde insanlar neden bahsettiğimi bile bilmiyordu. Ailem bile, “Ne yani insanlar sana nefes almak için para mı ödeyecekler? Güzelim mesleği bıraktın garip garip işlerle uğraşıyorsun’’ diyordu. -Hikayeniz daha sonra nasıl gelişti? İnsanlara özellikle nefes alış ve veriş şeklimizin düşüncelerimizi, duygularımızı ve daha da önemlisi yaşamımızın akışını etkilediğini anlattım. Herkes nefesi basit bir şey gibi algılarken, aslında bizim manyetik alanımızla yaşamın akışını etkilediğini, yaşadığımız tüm problemlerin nefesimizdeki tıkanmalar sebebiyle olduğunu aşılamak için epey emek harcadım. Hani denir ya, “Ben bu işe yıllarımı verdim” diye, aynen böyle işte... El emeği, göz nuru diye bir şey varmış gerçekten. -Kişinin nefes alışkanlıkları neyi belirliyor? Hastalıkların ve psikolojik sorunlarımızın kaynağında yanlış nefesin ne kadar etkisi var? Kesinlikle çok etkisi var. Bedenimizde nefesin gitmediği bölgelerde hücre ölümleri oluşuyor aynı zamanda bağışıklık sistemi çöktüğü için hastalığa davetiye çıkartmış oluyoruz. ‘Özümü anlatamamaktan rahatsızdım’ Şimdiye kadar eğitim verdiğiniz kişiler arasından bize aktarabileceğiniz önemli/ilginç başarı hikayeleri var mı? Başta kendi hikayem var. Ben nefes olaylarına başlamadan önce hayata her zaman özgür şekilde bakıyordum. Ancak bunu oturtacağım yeri bulamıyordum. Müthiş bir tatminsizlik yaşıyordum. Kendi özümü insanlara anlatamadığım yani şu anki işimi yapamadığım için rahatsızlık yaşıyordum. Ne zaman ki nefesim açıldı. Eğitimlere ve Kitap yazmaya başladım. Kendimi buldum. Onun dışında bana kekeme bir çocuk geldi. Ben ilk görüşte anne - babadan kaynaklı bir problemden ortaya çıktığını anladım. Anne babaya çocuğuyla çalışmamızın işe yarama-yacağını anlattık. Çiftle yaptığımız seanslar sonucu çocuk konuşmaya başladı. Geçen aylarda çıkardığınız ‘Altın Kitabın Sırları’ büyük ses getirdi. Kısaca bahseder misiniz? Bu öğretide, dünya deneyiminde insanoğlunun takıldığı konulara (ilişkiler, para, başarı, sağlık hangi alanda takılıyorsanız) bakıyor, tek tek tüm bu konuları çözüyoruz. İnsanlar dünyada belli şeylere gereğinden fazla anlam yükledikleri için takılıyorlar. Bunun sonucu olarak da, sınır ve limit problemi yaşıyorlar. Halbuki hakiki bir bakış açısıyla bakıyor olsalar yaşadıkları sorunu anında çözebilirler. İşte ‘Altın Kitabın Sırları’ bu hakiki bakış açısını kazanmamıza, dünyada yaşadığımız sorun her neyse anında, her biri üç saatlik sadece dört derste oluşan içsel çalışmalarla tamamen özgürleşmenize yardımcı oluyor. Bu öğretileri günlük hayatımızda uygulayabilir miyiz? Ve öğrendik-lerimiz hayatımızı nasıl kolaylaştıracak? Evet. Bu çalışmada değişim otomatik olarak gerçekleşiyor. Kişi hangi konuda sorun yaşıyorsa o konuyu çözümleyerek yeni bir bakış açısı kazanıyor. Kişinin takıldığı yer neresiyse bu pencereden bakabildiğinde sorun tamamen kendiliğinden çözülmeye başlıyor. İnsan kendini tanıdıkça neleri daha kolay başarabilir? Her şeyi. İnsanlar içlerindeki gücün farkında değil. Özü ile bağlantıda olan bir insanın yapamayacağı hiçbir şey yok. Tüm hayalleriniz gerçekleşebilir, istediğiniz her şeyi başarabilirsiniz. Yeter ki (kendinize inanın demeyeceğim çünkü daha fazlası gerekiyor!) biri size gerçekten işe yarayan metotlar göstersin. Şu an hayatınızın hangi dönemindesiniz? Kendimi hayatımda en iyi ifade ettiğim dönemdeyim. Aslına bakarsanız Nevşah hiç değişmedi, hep aynı. Ama kendini nasıl ortaya koyması ve sunması gerektiğini çok iyi biliyor artık. Ve bu en büyük değişimleri gerçekleştiriyor. İnsanlar yıllardır nefes çalışmalarının onları belli bir noktaya getirdiğini düşünüyorlar. Çünkü nefesi hep Nevşah’tan önde tuttum ve anlatmak istediğimi nefesle anlattım. Gündelik hayatta kendimizi stresli hissettiğimizde uygulayabileceğimiz yöntemler ve ya düşünme şekli var mı? Elbette. Kendinize “Dünya gerçek değil” diye hatırlatabilirsiniz mesela. Nevşah hanım geçen ay yaptığınız ‘Altın Gözün Uyanışı’ adlı performansınıza yoğun katılım oldu. Aldığınız geri dönüşleri bizimle paylaşır mısınız? İnsanların, dünyaya yükledikleri anlamlardan özgürleşmelerini ve kendilerini sorgulayarak hakikate uyanmalarını ifade ettim. Mekanda, spiritüel yolculuğu tetikleyen buhar suyu, kendine yönelişi için hazırlanmış mistik müzikler eşliğinde katılımcıları iç dünyasına doğru derin bir yolculuğa çıkarmaya çalıştım. Konuklarım, eğlenceli olduğu kadar derin bir tecrübe yaşadığını söyledi. ‘Kalıcılığı hayat boyu devam ediyor’ Bize kısaca doğru nefesi tanımlar mısınız? Doğru nefes nasıl öğrenilir ve nasıl sürekli hale getirilir? Doğal nefes, yeniden kazanılması gereken bir alışkanlık. İnsanlar nefesindeki problemi kendileri tespit edemedikleri ve kendileri düzeltemedikleri için mutlaka bir nefes koçu ile çalışmaları gerekir. Aslına bakarsanız nefes koçuyla çalışmak da bir yere kadar yararlı. Bir kişi nefesini tamamen açmak ve kaybettiği doğal nefes alışkanlığını kazanmak istiyorsa bunu yapabildiği tek yer ‘Mucize Kursu’ diyebilirim. Katılımcının kurs için 5 - 6 gün ayırması yeterli. Böylece hayat boyu kalıcı olarak doğal bir nefes alışkanlığına sahip olunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Emniyet Mensuplarıyla İftarda Bir Araya Geldi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, devlet içinde devletin asla kabul edilemeyeceğini belirterek, "Türkiye Cumhuriyeti devletinden başka devlet tanımıyoruz. Bu tür gayretler içerisine girenler bilsinler ki yanlış yoldalar ve çok ciddi bir duvara toslamayla karşı karşıya kalacaklar ve zaten artık ecelleri geliyor. Kimisi kaçıyor, kimisi Pensilvanya, kimisi şurası, kimisi burası gidiyorlar. Gidecekler, başka bu işin çaresi yok." dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğünde görevli emniyet mensuplarıyla iftarda bir araya geldi. Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, bu topraklarda dört başlıktan taviz verilmeyeceğini belirterek, Türk'üyle, Kürt'üyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Gürcü'süyle, Abaza'sıyla, Boşnak'ıyla, Arnavut'uyla 79 milyon tek millet olunduğunu bildirdi. Erdoğan, "Biz bölmedik ama bölücülere de fırsat vermeyeceğiz. Onlara asla bu ülkede tasarruf imkanı vermeyeceğiz." dedi. Tek bayrak vurgusu yapan Erdoğan, Türk bayrağının rastgele bir bayrak olmadığını, rengiyle, hilaliyle, yıldızıyla anlamlarının çok güçlü olduğuna dikkati çekti. Erdoğan, 780 bin kilometrekareyle tek vatan olunduğunu belirterek, "Bu vatanın tapusu şehidimizin kanıdır. Eğer toprak şehidin kanıyla yoğrulmuşsa, işte o Türkiye'nin 780 bin kilometrekarelik vatan topraklarıdır." diye konuştu. "Aklımızı kimseye kiraya vermedik" Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Devlet içinde devlet asla kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti devletinden başka devlet tanımıyoruz. Bu tür gayretler içerisine girenler bilsinler ki yanlış yoldalar ve çok ciddi bir duvara toslamayla karşı karşıya kalacaklar ve zaten artık ecelleri geliyor. Kimisi kaçıyor, kimisi Pensilvanya, kimisi şurası, kimisi burası gidiyorlar. Gidecekler, başka bu işin çaresi yok. Şahsımla ilgili, arkadaşlarımla ilgili birçok tehditleri vesaireleri geliyor. Biz bu yola çıkarken kefenimizi giyerek çıktık. Onun için geri dönüş yok. Sonuna kadar bu işin üzerine gideceğiz. Çünkü biz uluhiyet denilen, Allah'tan başka hiç bir mabut tanımadık, tanımıyoruz. Aklımızı da kimseye kiraya vermedik. Biz rububiyet yani Rab edinme, Allah'tan başka bizim Rabbimiz yok. Bu yolda olanlar yanlıştadır. Ne demek o, 'Bize Pensilvanya'daki zat şah damarından daha yakındır.' Böyle bir şey söylenebilir mi ya, bu bir küfürdür, bu bir şirktir. Bize şah damarından yakın olan sadece Rabbimizdir, Rabbimiz. Ondan başka yok. Bu kadar açık ve net konuşuyorum. Bizler bu kararlılığımızı sürdüreceğiz." Tarih boyunca bu milletin payına her zaman zor olanın düştüğüne işaret eden Erdoğan, yine bugün de bu zorlukların üstesinden gelerek istiklal ve istikbal için mücadele etmeyi sürdüreceklerini vurguladı. "Şehitlerimiz bizden bunun hesabını çok ağır sorar" Erdoğan, bu konuda emniyet teşkilatı ile silahlı kuvvetlerin son zamanlarda iç içe olmalarının en büyük gurur kaynağı ve mutluluk sebebi olduğunu belirtti. "Bir olduk mu, beraber olduk mu, iri olduk mu, diri olduk mu kardeş olduk mu hep birlikte Türkiye olacağız, hiç endişe etmeyin" diyen Erdoğan, hiç bir dönemde askerin ve polisin bu kadar birbiriyle kaynaşmadığına ve iç içe olmadığına işaret etti. Bunun daha da artırılarak devam ettirilmesi gerektiğine vurgu yapan Erdoğan, şöyle devam etti: "Polisimiz kendi içinde, aman ha şu fitnelere, nifak unsurlarına Allah için fırsat vermeyin, birbirinizi Allah için sevin, bu vatan için sevin, bu millet için sevin. O sokulmak istenen fitne unsurlarına asla fırsat vermeyin. Çünkü o bizden çok şeyler götürür, çok şeyler de götürdü. Ama bundan sonra götürmesin. Yeni yeni bazı şeyler çıkarıyorlar, garip garip şeyler çıkarıyorlar. Aman bunlara fırsat vermeyin. Bunlara fırsat vermeyin yazık olur. İnanın şehitlerimiz bizden bunun hesabını çok ağır sorar. Bakıyorsunuz birisi çıkıyor, bir fitne atıyor ortaya, 'yok şöyleymiş yok böyleymiş.' Öbürü öbür taraftan çıkıyor bir fitne atıyor ortaya. Sizler buna inanıyorum ki fırsat vermeyeceksiniz. Bunlara yüz vermeyeceksiniz. Sizlerin bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ülkenin ve milletin bekası için vazifelerinizi bihakkın yapacağınıza inanıyorum." Cumhurbaşkanı Erdoğan, iftar programının gerçekleştirildiği Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğüne gelişinde İçişleri Bakanı Efkan Ala, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Selami Altınok ve Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz tarafından karşılanmasının ardından, polis merasim birliğini selamladı. İftar öncesinde Kocatepe Camii İmam Hatibi Mehmet Atıcı tarafından Kur'an-ı Kerim okundu. Teknolojinin hayranıyım. Gelişmeleri günü gününe izlemeye çalışıyorum. Ama el yazısı ve dolmakalem konusunda bildiğimden şaşmıyorum. Yapamıyorum. Biraz manik bir şey bu, benzeri her türden tavır ve tutumda olduğu üzere Geçenlerde üst üste iki olay meydana geldi ve adeta varoluşsal bir bunalıma sürüklendim. Tatil bitti, 'memlekete' döndüm. O gün önemsediğim birisine bir mektup yazacaktım. O tür yazıları elle ve mutlaka dolmakalemle yazıyorum ya çekmeceyi açtım, sevdiğim kalemlerden birini elime aldım. Fakat yazın uzun ve rehavet günlerinde (bu yıl, bu söylediğim 15 Ağustos'tan sonrasıdır, ondan önce o kahrolası darbenin hengamesi içindeydik) anlaşılan benim dolmakalem de kendisini sermiş, mürekkebini kurutmuş. Kalem kartuşlu. Evde de yedeği yok. İşim kaldı. Okula geldim, ertesi sabah. Oradaki kalemler de kurumuş. 'Ofis'te işler kolay, teçhizatlıyım. Gerekeni yaptık, hepsi zar zor da olsa yeni sezonun koşuşturmasına kendilerini dahil ettiler. Yazdım mektubu, gönderdim. O arada Amerikan basınında neredeyse her gün yayınlanan haber bir daha önüme gelmez mi?... Zaten kalemleri zor çalıştırmışım o haberi de okuyunca nevrim büsbütün döndü. Efendim, haber, el yazısının Amerikan eğitim sisteminden kaldırılacağını duyuruyor. Ta o zaman, ilk okuduğumda bu haberi irkilmiş miydim? Evet diyemem. Demek alttan alta bekliyormuşum bu çıkışı. Nedeni belli. Amerika'da geçirdiğim yıllarda okula giden çocukların okuma yazma bilmediğini de gördüm (evet, aynen böyle) el yazısını hiç bilmediklerini de. Prestijli okullardan söz etmiyorum. Ama mahalle okullarında böyle bir durum vardı. Üstelik daha bilgisayar bu ölçüde hayatımıza girmeden önce de el yazısından hayli uzaklaşılmıştı. İş şimdi bunu resmileştirmeye geldi. Anlaşılan bundan böyle kimse kimseye çiçek gönderirken üstüne bir de kart yazıp iliştirmeyecek ya da sadece kentsoylular yapacak bunu. Diğerleri çiçeği gönderecek, kartı da cep telefonuna mesaj olarak 'atacak'. Peki... İşte o vakit düşündüm. Hayatın ne kadar büyük bir hızla aktığını görüyorum. Teknolojinin hayranıyım. Gelişmeleri günü gününe izlemeye çalışıyorum. Ama el yazısı ve dolmakalem konusunda bildiğimden şaşmıyorum. Yapamıyorum. Biraz manik bir şey bu, benzeri her türden tavır ve tutumda olduğu üzere. Oysa, hem tükenmez kalemin hem de bilgisayar yazısının gayet demokratik bir yanı olduğunun farkındayım. Neticede bir tükenmez kalemdir, ucuzdur, seri üretimdir. Biter, kaldırıp atarsınız. Kaybedersiniz, üzülmezsiniz. Halbuki, dolmakalem zor iştir. Yerine göre bir servettir. Alıştınız mı kişiliğinizin bir parçası olur. El yazısı daha zor. Hıncal Abi'nin geçenlerde vurguladığı gibi o artık insanın bir parçası falan değil, doğrudan kendisidir. El yazınız sizsinizdir. Ve el yazısı bilgisayar yazısı değildir. Standardı yoktur. Şahsiyeti vardır. Daha birçok yerde benzerleri mevcuttur ama, bana en kolay geleni New York'ta Madison Avenue'da olanla, Paris'te Rue de Seine üstündeki iki dükkandır. İkisi de el yazısı mektup, not, artık neyse onu satar. Fotokopilerini de vitrine koyar. Bakmalara doyamam. Bir merak konusudur insanın el yazısı. Aaaa, Balzac şöyle yazmış; şuna bak Napoleon'unki böyle, Picasso'nunki şöyle, Lincoln'un imlası yanlışmış derim içimden. Bazılarını kendi el yazı(ları)ma (kimsenin tek bir el yazısı yoktur, herkesin el yazıları vardır) benzetirim bazılarını güzel bulurum, bazıları okunaksızdır. Garip şey, her ikisinin karşısında da birer kırtasiyeci vardır. Dolmakalemler satarlar. Paris'te kolay, New York'ta zar zor karşı kaldırıma geçer bu defa kalemlere bakarım. Dolmakalemler artık tıpkı saat gibi işlevini yitirip neredeyse ziynet eşyasına dönüştüğünden fiyatlarına yaklaşamam ama bir nesne olarak izlerim, bazen elime alırım, tartarım, açarım kaparım. Bir malı aldığım zamanların değil almadığım zamanların gururu ile dükkandan ayrılırım. Eğlenirim kısacası. Velhasılı kelam, el yazısından da, dolmakalemden de vazgeçemem. Kelamdan vazgeçiyor muyum ki, kalemden vazgeçeyim? Erdal Öz'ün günlüğü ilk kez yayımlanıyor Yazar ve yayıncı Erdal Öz’ün ‘basılmasın’ dediği günlükleri ilk kez yayımlanıyor. Can Yayınları etiketiyle yarın raflarda. Erdal Öz okuruyla buluşmayan şiirler de yazdı. Hatta yağlıboya tablolar yaptı, şarkı sözleri yazdı. Sonra hepsini yok etti. Kaleme aldığı günlüklerini de öyle. Ancak bilgisayarda birer kopyasını çıkardıktan sonra. O yüzden, kendisi her ne kadar “basılmasın” dese de, babasının kurduğu yayınevini sırtlanan Can Öz onun gerçekte “ben hayattayken basılmasın” demiş olduğuna kanaat getirerek, günlükleri yayımlamaya karar verdi. Erdal Öz’ün vefatının 10. yılına özel basılan günlükler, “Erdal Öz/ Yarın, Nasıl Bir Gün Olacaksın? / Günlükler 1956-1998” adıyla yarın okurla buluşacak. Ayşe Sarısayın’ın yayına hazırladığı günlüklere, Erdal Öz 13 Eylül 1956 tarihinde, İstanbul’dayken “Bu deftere kendim için yazacağım. Kendimi belirlemek için. Yoksa başkalarına örnek gösterilecek bir erdemin öznesi olmak için değil. Ne var ki bu deftere bütün özdenliğimi, içtenliğimi, bütün eğrilerimi, doğrularımı koyabilecek miyim? Bilmiyorum” diyerek başlamış. Kitaba bir ikinci önsöz niteliği taşıyan bu ifadelerden sonra, Türk edebiyatı, yayıncılık ve siyasi tarihi açısından önemli bir figür olan Erdal Öz’ün kendisini nasıl “belirlediğini” okuyacaksınız bu günlüklerde. Kim ‘o’ kadın? 13 Eylül 1956 tarihinde başlayan günlükler araya kesintiler girerek 30 Kasım 1998’e dek devam ediyor. Kitap tutkunu 20’li yaşlarındaki bir gencin 60’lı yaşlarına kadar hep özgür düşünce ve edebiyatla sarmalanmış hayatını; okul yılları, askerlik, mahpusluk, ilk yazarlık ve sonra yayıncılık seneleri başta olmak üzere yaşamındaki başlıca evreleri okurun gözleri önüne, birinci ağızdan seriyor. Günlüklerin “edebiyat magazini” içeren ve en çok konuşulacak bölümlerinden biri ise, Erdal Öz’ün “o” diye söz ettiği bir kadın şaire duyduğu, kırgınlıklarla dolu aşk hikâyesi. Günlüklerin bir yerinde evli olmasa Gülten Akın’a tutulabileceğini okuyunca, hatta Erdal Öz adına verilen ilk ödülün de Gülten Akın’a gittiğini hatırlayınca, “o” güçlü kadın şairin Gülten Akın olduğunu düşünebilirsiniz. Can Öz, Gülten Akın olabilir ama emin değilim diyor... Can Öz’ün günlüklerdeki bazı yazım yanlışları dışında hiçbir ifadeyi değiştirmediklerini söylediğini de belirtelim. Okuduğunuzda bu açıklamasına içtenlikle inanacağınız bir samimiyet ve hatta mahremiyetle karşılaşacaksınız. İşte kitap hakkında fikir verebilecek birkaç ‘tadımlık’... ‘Gülten Akın’a tutulabilirdim’ Dün gece Gülten Akın’lara gittim. Gülten, “Doğu Havası” adlı yeni bir şiirini okudu. Oldukça güzel bir şiirdi. Ne hoş kız Gülten. Evli olmasa, kocası da dünyanın en hoş insanlarından biri olan Yaşar olmasa, ona tutulabilirdim. (6 Aralık 1956) ‘Erkeklik gösterisi’ Halamların yanında babam annemi gereksiz yere azarladı. Böylesi erkeklik gösterilerinden iğreniyorum. (16 Eylül 1956) ‘Şiir hırsları’ Bugün Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, ben, Baylan’a gittik. Cemal Süreya ile buluşacaktık. Edip Cansever de oradaydı. Çok olgun, oturmuş bir kişi Cemal Süreya. (...) Pasajdan çıkınca Cemal Süreya ile Orhan Duru karşımıza çıktılar. Yürüyerek Galata Köprüsü’ne indik. Köprünün altında, denize karşı, kırmızı çaylar içtik. Cemal ile Edip (Cansever) geçinemiyorlar. Bunu Cemal’in yüzüne söyledim. “Bizi şiir hırslarımız bir araya getiriyor,” dedi, ki doğru. (18 Eylül 1956) Attilâ İlhan’la... Filmin başlamasına daha çok vardı. Baylan’a uğradık. Sonra Attilâ İlhan geldi masamıza. Onunla sanatın yapaylığı üzerine konuştuk. Öyle anlaşılıyor ki Attilâ İlhan, her yazdığını, bir okuyucu kitlesini hesaplayarak yazıyor. “Hep okuru düşünürüm,” diyor. “Yazdıklarım, her okuyanı sarmalı,” diyor. Okurun bu ölçüde öne alınması doğru mu? Bence değil. (18 Ekim 1956) ‘İsteyerek yalnızlaştım’ Yoruldum. Böyle bir yalnızlığa alışık değildim. İsteyerek yalnızlaştım. Kendimi sürekli odalara kapatışım, kitaplara gömülüşüm yordu beni. (16 Temmuz 1959, saat 11.30) ‘İnadına...’ Birtakım i***lerin dikkatini çekmek, onları yazmak zorunda bırakmak için ödüllere katılmak gerekiyor sanırım. (...) Yazsınlar istiyorum, yersinler isterlerse; ille de övgü aramıyorum. (13 Ekim 1997, saat 02.15) ‘Belki Tanrı doğadır’ Tanrı var mı? Ben Tanrı kavramına inanıyorum. Bu da bir soyutlama belki, ama inanıyorum. Tanrıdan korkmuyorum, çünkü hakikat’ten korkmuyorum. Tanrıya ulaşamayacağımı biliyorum, ama ona yaklaşabilirim diye düşünüyorum. Çünkü çabalarım beni hakikat’e yöneltiyor, ona doğru götürüyor. (...) Benim inandığım Tanrı, peygamberlerin Tanrısı değil. Bunu biliyorum. Benim soyutladığım bir Tanrı o. Doğa’nın içinde. Belki de doğanın ta kendisi. (17 Kasım 1956, Ankara) ‘Kafamda hikâyeler...’ Garip şey; en mutlu, en boğunuk anlarımda bile, kendimden önce, yaşadığım durumun hikâyeleşmesini düşünüyorum. İşte onsuz olduğumu aklımdan geçirirken bile, onsuz kalınca yaşayamayacağımı düşünürken bile, bir yandan da bu durumumu uygulayacağım hikâye biçimleri kuruyorum kafamda. Onunla baş başayken de, onunla yaşadığım en tatlı anlarda bile bir yandan hikâye düşündüğüm geliyor aklıma da, garipsiyorum. (11 Mayıs 1958, saat 22.00) Dokunmak ve sevişmek Cinselliği olmayan aşklar yaşadım. Onları yitirmemin en büyük nedenlerinden biri de buydu bence. Ama öbür türlüsünü de bilmiyordum. Bir tür yasaktı o sanki. Şimdi kadınlara başka bir gözlükle bakıyorum. Onları, boşalabileceğim birer enfes çukur, bir güzel kap, bir vazgeçilmez ten olarak görüyorum. Dokunmak ve sevişmek önce. Aşk bunlarla da gelebilir. Çok da güzel olur. (30 Haziran 1959, Kırşehir, saat 16.50) ‘Onu hiç üşütmezdim’ O da benim gibi. Onunla olmayı çok isterdim. Olamaz. Güzel bir kadın o, hem de üst düzeyde bir şair. Onun gibi bir kadını bir daha nerede bulabilirim ki? Biliyorum, kocasını sevmiyor. Birden çıkıp geldi. Anladım. Sıkıntılı o da. Çıkıp dolaştık biraz. Onun üşüyebileceğini düşünerek ceketimi de yanıma aldım. Onunla olsam, onu hiç üşütmezdim diye düşündüm bir an. Sonra gidecekti, gitmedi, kaldı benimle. Gittik; hem de yel alan, yağmur alan bir yere oturduk. Yel vurdu üstümüze, yağmur dilediğince vurdu. Birden soruyor: “Erdal, güzel miyim ben?” Ah, nasıl da kadınca bir soru. İstediği kadar üst düzeyde bir şair olsun, yine de bir kadın; bu kadınlığı güzel işte. (21 Eylül 1957) Cem Yılmaz, Sabah gazetesinin haberini yalanladı Ressam Ali Elmacı’nın 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesine tepki gösteren bir grup saldırmıştı Hükümete yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesi, ünlü komedyenin esere 82 bin lira verdiğini ileri sürerek "Abdulhamit'e büyük saygısızlık. Utanç heykelini Cem Yılmaz satın aldı" ifadesini kullandı. Haberle ilgili Açıklama yapan Cem Yılmaz, Saban gazetesini yalanladı. Yılmaz, Sabah gazetesini kastederek "Kamuoyuna duyuru.. İC da sergilenen heykelle ilgili 'satın aldı' haberi doğru değildir. Asıl konu da bu değildir! Bu garip tahrik anlamsız" dedi. Ressam Ali Elmacı’nın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesine tepki gösteren bir grup, Contemporary İstanbul’un açılış etkinliğine saldırmıştı. Sabah gazetesinin haberine göre, koleksiyonunda bulunan 200’den fazla eserin ikisini Contemporary Istanbul’da sergileyen Cem Yılmaz, "Beğendiğim birçok eser var ama onlara maddi gücüm yetmiyor. Grafik tarzı yapıtlar çok ilgimi çekiyor" dedi. Ünlü komedyen Cem Yılmaz, yoğun bir ilgiyle kapılarını açan 11'inci Contemporary İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı'nın Collectors' Stories (Koleksiyonerlerin Hikayesi) bölümüne konuk oldu. Sahip olduğu koleksiyondan iki eseri fuarda sergilenen Yılmaz, önceki gün Ozan Güven'le birlikte Contemporary'yi turladı. Geçtiğimiz günlerde Etiler'de baş başa yemek yediği Şilili galeri sahibi Isabel Croxatto'nun galerisine uğrayan ünlü komedyen, iki eser satın aldı. Yılmaz; Ali Elmacı'ya ait heykele 82 bin TL öderken, 45 bin TL değerinde bir tabloyu da evine götürdü. Fuarda yer alan 60 koleksiyonerden biri olan ünlü komedyen, "Türkiye'de koleksiyonerlerin arasında olduğum için çok mutluyum. Sergiyi gezerken çok kıymetli eserlerle karşılaştım" dedi. Yılmaz'ın Sabah gazetesinden Okan Filizçay'a verdiği söyleşi şöyle: "Kemal çok cesur bir çocuk" Sergide yer alan iki eser, ne zamandır koleksiyonunuzda bulunuyor? Birini bir yıl, diğerini ise altı yıl önce satın almıştım. İkisi de Amerikalı sanatçıların eserleri... Litografi baskı olan eser, şu an hayatta olmayan sanatçı Tom Wesselmann'a, diğeri ise Ron English'e ait. English; küçük oyuncaklardan, karikatür ve animasyon dünyasından esinlenen bir sanatçı. Grafik tarzı eserler daha çok ilgimi çekiyor. Koleksiyonunuzda kaç eser bulunuyor? 200'ün üzerindedir... Beğendiğim birçok eser var ama onlara maddi olarak gücüm yetmiyor. Sanata harcanan paraya acımayanlardan mısınız? Bu bir alışveriş meselesi... Aslında alıp satmıyoruz; eser el değiştiriyor sadece. Yani, biz kıymeti muhafaza ediyoruz. Satma ya da alma söz konusu değil. Sanatı seven, bir işe saygısı olan kişinin, sanatçıya destek vermesi olarak görüyorum bunu. Bu arada sosyal medyada paylaştığınız bir videoda, oğlunuz Kemal "Ben de sahneye çıkacağım" diyor. Kemal'i sizinle sahnede görür müyüz? Kemal doğduğunda sahneye çıkıyordum fakat çok küçüktü. Çok cesur bir çocuk, keşke onu sahnede görebilsem... Kemal, 3.5 yaşına kadar duvarları karalama konusunda uzmandı. Ama sonra duvarlardaki çerçevelerin pahalı olduğunu fark edince çizmeyi bıraktı. Annesinin evinin duvarlarını boyamasına izin veriyorum. Oğlum kıymetli olduğu gibi, Ahu da çok kıymetli. Ne olmuştu? Ressam Ali Elmacı’nın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele resmetmesine tepki gösteren bir grup, Contemporary İstanbul’un açılış etkinliğine saldırdı. Bu yıl 11'ncisi düzenlenen Contemporary İstanbul'un Lütfü Kırdar Kongre ve Güzel Sanatlar Merkezi'nde dün akşam gerçekleşen ön gösteriminin ardından bu akşam gerçekleşen açılışı bir grup tarafından basıldı. Kendilerini Milli Görüş hareketinden gören bir grubun, ressam Ali Elmacı’nın İsabel Croxatto Galeria’nın alanında bulunan işine tepki gösterdiği ve sosyal medyada örgütlenerek Lütfi Kırdar’a geldikleri belirtildi. Eserin sahibi Ali Elmacı olayla ilgili sanatatak.com’a yaptığı açıklamasında şunları söyledi: “Taşkınlık yapmaya çok müsait bir gruptu ve orada tatsızlık yaşansın, olay büyüsün istemediğim için evet, heykeli standı basan grubun talebi üzerine kaldırdım. Aksi takdirde çok kötü şeyler yaşanabilirdi. Bunu ve olayın büyümesini istemedim. Hala da istemiyorum. Bu konuyla ilgili yazılsın bile istemiyorum. Yaşanlarla ilgili huzursuzum. Hayalkırıklığı duyuyorum. Üzgünüm. Bir sanat eserinden rahatsız olabilirsiniz. Ama böyle tepki veremezsiniz. Şu anda sosyal medyadan hakaret mesajları alıyorum ve bunları hak edecek hiçbir şey yapmadığımı sadece sanatımı yaptığımı düşünüyorum.” Sosyal medya hesabı Twitter'dan paylaştığı bir mesajla duyuran Bayer, "Lütfü Kırdar'da açılan çağdaş sanat fuarı ‘Contemporary Istanbul’ bu akşam gerici yobazlar tarafından basıldı. İstanbul'a yazık ediliyor" dedi. Contemporary İstanbul 6 Kasım'a kadar ziyarete açık kalacak. Zaharova: Yeni yaptırımlar garip ve mantıksız Rusya Dışişleri Bakanlığı Resmi Sözcüsü Mariya Zaharova, Avrupa Birliği ülkelerinin Rusya'ya karşı yaptırım politikasında garip ve mantıksız tavır takındıklarını bildirdi. Zaharova konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "Hem orada hem burada eski yaptırımların kaldırılması gerektiğini ve bunun Rusya'yı sevmeye başlamalarından değil aksine yaptırımların altına imzalarını atan ülkelerin ekonomilerinin zarar görmesinden kaynaklandığını duyuyoruz" ifadelerini kullandı. Zaharova şöyle devam etti, "Şu anda yeni yaptırımlar gündemde. Fakat buna paralel olarak çeşitli ikili ve çok taraflı formatlarda özellikle Suriye konusunda işbirliğinin geliştirilmesi gerektiği söyleniyor. Yaptırımlardan zarar gören ülkeler garip ve mantıksız tavır içerisindeler." Sefirlerin sefirliği Avrupa ülkelerinin misyon temsilcileri HDP’nin grup toplantısına katılarak destek çıktı. Almanya Büyükelçisi ise Deniz Naki için Diyarbakır’daydı... Türkiye’yi kaosa sürüklemeye yönelik 15 Temmuz darbe girişimine üç maymunu oynayan Batı ülkeleri, PKK destekçisi HDP ve Cumhuriyet gazetesi için aslan kesildi. Darbecilerin bombalamasından sonra Meclis’e gitmeyenler, HDP’nin grup toplantısına koştu. Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile 8 milletvekili tutuklanan HDP’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki grup toplantısına dün bazı Batılı ülkelerin temsilcileri de katıldı. Belçika Büyükelçisi Marc Trenteseau, Avusturya Büyükelçisi Klaus Völfe, Finlandiya Büyükelçi Vekili Jusi Soyni, Lüksemburg Büyükelçisi Vırgınıe Arslan, Avusturya Büyükelçi Vekili George Oberraytır, İspanya Büyükelçiliği Müsteşarı Lusia Garsiya Riko ve Yunanistan Büyükelçiliği Başkatibi Astariyos Tisurvas’ın aralarında bulunduğu diplomatlar, tutuklu HDP’lilerin sıralarına oturdu. Davete ilk gelen Belçika Büyükelçisi Trenteseau oldu. Trentesau, ‘neden buradasınız’ diyen gazetecilere “Bu ciddi bir konu, dinlemeye geldim” şeklinde cevap verdi. Toplantıda, gözler PKK’ya desteğini artık gizlemeyen Almanya’nın temsilcisini aradı. Ankara Büyükelçisi Robert Dölger bu sırada bir başka garip ziyarette bulunuyordu. Dölger, ‘terör örgütünün propagandasını yapmak’tan hâkim karşısına çıkan futbolcu Deniz Naki’nin Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasına katıldı. Alman Parlamenterler Martina Renner ile Jan Van Aken de adliye önünde, Naki’nin eski takımı St.Pauli’nin futbolcularının imzaladığı formayı kendisine hediye etti. HDP grup toplantısında, Demirtaş ve Yüksekdağ yoktu. Ancak dev ekrandan mesajları okundu. Yabancı misyon temsilcileri de okunanları dinleyip sık sık not aldı. Geçtiğimiz günlerde de Almanya, İtalya, Belçika, İsveç ve İsviçre’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda ülkenin konsolosları Cumhuriyet gazetesini ziyaret etmiş ve tutuklanan gazetecilere arka çıkmıştı. Aynı konsoloslar, geçtiğimiz yıl Can Dündar yargılanırken İstanbul Adliyesi’ne giderek mahkemeyi etkilemeye çalışmışlardı. Bu durum, Türkiye tarafından “iç işlerine müdahale” olarak algılanmıştı. Bu arada PKK’nın Avrupa Birliği terör örgütü listesinden çıkartılması için geçen şubat ayında imza kampanyası girişiminde bulunan Fransız ve İsveçli parlamenterler, HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve hakkında arama kararı bulunan HDP’nin Avrupa temsilcisi Eyüp Doru’yu Avrupa Parlamentosunda (AP) ağırladı. Fransız Sol Cephe Partisi Milletvekili ve AP Kürt Dostluk Grubu Eş Başkanı Marie-Christine Vergiat ile İsveç Yeşiller Partisinden Bodil Valero, basın toplantısı düzenleyerek PKK’ya destek çıktı. Öte yandan bir garip açıklama da Irak’tan geldi. Bağdat yönetimi Türkiye’den Başika’daki askerlerini çekmesini, Irak’ın içişlerine karışmaya son vermesini istediklerini açıkladı. Aynı Irak’tan bu sefer “PKK ve HDP’lilere yönelik operasyonları antidemokratik buluyoruz. Öcalan, Demirtaş ve Yüksekdağ serbest bırakılsın” açıklaması yaparak kendisiyle çelişti. Dört lisede yıllardır ‘ders zili’ çalmıyor Kilis'te öğrencilerde otokontrolü geliştirmek amacıyla 21 yıl önce hayata geçirilen ‘Zilsiz Okul Projesi’ kapsamında 4 lisede ders zili çalmadan teneffüs araları gerçekleştiriliyor. Yaklaşık 21 yıl önce eski ismi Kilis Anadolu Lisesi olan 15 Temmuz Şehitler Anadolu Lisesinde başlatılan proje, daha sonra kapsamı genişletilerek 4 okulda devreye sokuldu. Okullarda görev yapan öğretmenler ile öğrenciler, koridor ve sınıflara yerleştirilen saatlerle ders başı yapıp teneffüse çıkıyorlar. Böylelikle öğrencilerin kendi zamanlarını kontrol etmesi sağlanıyor. İl Milli Eğitim Müdürü Ahmet Alagöz, yaptığı açıklamada, yaklaşık 4 ay önce göreve başladığını hatırlatarak, yaptıkları incelemenin ardından okullarda başlatılan uygulamadan olumlu sonuçlar alındığını söyledi. Proje sayesinde kent genelindeki 4 lisede ders zilinin kullanılmadığını anlatan Alagöz, 1995 yılından beri süren projenin olumlu yansımaları olduğuna işaret etti. Okullarda öğretimin yanı sıra eğitimin de hayata geçirildiğini aktaran Alagöz, şöyle konuştu: "Proje sayesinde çevre gürültüsünü de engellemiş oluyoruz. Yani mahallede yaşayan insanların zil sesiyle yatıp kalkmaları gibi bir durum olmuyor. Öğrencilerimiz en azından 'Benim 10 dakikalık bir teneffüs sürem var 10 dakika sonra derste olacağım' diyebiliyor. Öğretmenlerimiz aynı şekilde 'ders saati başlamıştır gitmem lazım' diyebiliyor. En azından insanlar 'ben sorumluluğumu biliyorum, dinleneceğim, ders yapacağım, dersi dinleyeceğim, zaman benim için çok önemlidir' düşüncesiyle hareket ediyor. Yani projeyle hem çevre gürültüsü engellenmiş oluyor hemde öğrencilerimiz zamanı daha dengeli kullanmayı öğreniyor." "Marjinal bir karardı" Projeyi hayata geçiren emekli öğretmen İlhami Toprak da 21 yıl önce başlattığı projenin çok marjinal bir karar olduğunu ancak o dönem projeyi öğrenci ve öğretmenlerin desteğiyle uygulamaya koyduklarını söyledi. Zilin kullanılmadığı dönemlerde öğrenci ve öğretmenlerin daha dikkatli olduğunu gözlemlediklerini aktaran Toprak, "Sistem çok kısa bir sürede oturdu. 5 dakikalık zamanı idare edemeyen bir insanın hayatı idare edemeyeceğini düşünerek projeyi başlatmıştık. Bizim çocuklarımız 17-18 yaşında, 5-10 dakikalık zaman dilimini rahat kullanabilecek kapasitede diye düşündük ve bizi pişman etmediler" dedi. Projenin uygulandığı okullardan Mübeccel Suphi Yavaşça Sosyal Bilimler Lisesinin müdürü Abdulhaluk Oğuz ise öğretmenler kurulunda aldıkları kararla öğrencilerin otokontrollerini sağlamalarına destek olmak için yaklaşık 3 yıldır okullarında zil çalmadığını aktardı. Oğuz, uygulamanın ilk yürürlüğe girdiği dönemlerde birtakım sıkıntılar yaşandığını ancak bir süre sonra çocukların alıştığını ve otokontrollerinin geliştiğini ifade ederek, "Okulumuzda hiç zil olmadı, öyle başladık ve devam ettirmeyi düşünüyoruz. Öğrencilerimiz komuta ihtiyaç duymadan görev bilinciyle hareket etmeye başladılar. Şu anda zil sesi duyduklarında 'hocam bir gürültü var' diyorlar. Hatta komşu okulların zil sesi çocuklara garip geliyor" diye konuştu. 15 Temmuz Şehitler Anadolu Lisesi Müdürü Salihiddin Ataköşker de 10 yıl önce göreve başladığında uygulamada olan projeyi kendisinin de devam ettirdiğini belirtti. Ataköşker, öğretmenlerle yaptıkları istişareler sonucu projenin devamına karar verdiklerine işaret ederek, şunları söyledi: "Yaptığımız toplantılarda öğretmenlerimiz uygulamanın çok güzel olduğunu, çocuklarda sorumluluk bilincinin, özgür iradesini kullanma alışkanlığının olduğunu ifade ettiler. Bunun üzerine projeye devam etme kararı aldık. Öğrencilerin hayata atılmasında, sorumluluk sahibi olmasında, özgür iradesini kullanmasında, zamanı planlayarak kullanabilmesi açısından çok önemli olduğunu gözlemliyoruz. Sınavlarda da özellikle faydalı olduğunu görüyoruz. Geleceğin Türkiyesi için bu ve benzeri uygulamaların önemli olduğunu kanaatindeyim." 15 Temmuz Şehitler Anadolu Lisesi Rehber Öğretmeni Bilge Kaya uygulamanın öğrencileri disiplin altına alan bir durum olduğunu, iradeli ve istekli öğrenci kitlesi oluşturduğuna işaret etti. Projenin öğrencilere disiplin, otokontrol, denetim gibi becerilerinin gelişmesine katkı sağladığını anlatan Kaya, böylece öğrencilerin zamanı daha dikkatli ve kaliteli kullandığını dile getirdi. Öğrenciler de memnun Öğrencilerden Nadir Zeytcioğlu da ilk önceleri derslere hep geç kaldığını, ancak daha sonra sorumluluğun kendisinde olduğunu anlamaya başladığını vurguladı. Zamanla derslere zamanında gelmeye başladığını dile getiren Zeytcioğlu, "Geç kalmamak için ne yapabilirim diye kol saati aldım ve derslere tam zamanında girmeye başladım. Böyle kendimi daha sorumluluk sahibi hissediyorum" dedi. Öğrencilerden Kemal Şahin uygulamayla daha fazla sorumluluk sahibi ve dakik olduklarını söyledi. Öğrencilerden Asena Şıkoğlu ise uygulama sayesinde özellikle sınavlarda daha kolay hareket ettiğini aktardı. O takımın adı Fenerbahçe! Fenerbahçe’nin 7. hafta sonunda Süper Lig puan cetvelinde alışılmamış patinajlarla, arada lastik de patlatarak alışılmadık bir yere takılması, gündemi, yeniden Başkan Aziz Yıldırım ve yönetimi için “istifa” zeminine oturttu. Hemen söyleyelim: Bunun adı gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopyadır. Hayalperestliktir. Aziz Yıldırım istifa etmez. Dönemini tamamlayınca, yeniden aday olmayarak kongrede “uygun bulduğu” adaylar için yolu açar. Bugüne kadar uygun bulduğu adayları da sonradan elediği bilinir. Başkan, Yargıtay’ın beklenen kararından sonra görevi bırakacağını açıklamıştır. O güne kadar beklemek gerekir. Fenerbahçe’nin iyi ve kötü günlerine sahip çıkarak, işinden, huzurundan, zamanından özveride bulunup bedel ödemiş bir spor adamına, canları sıkıldıkça “istifa” çağrıları yapmak Fenerbahçelilere yakışmaz. Kaldı ki, Başkan’ın söylediği şartlar gerçekleştiğinde de Fenerbahçe’de Aziz Yıldırım’ı etkileyecek “Gitme, kal!” mesajlarıyla dolu duygusal fırtınalar estirilecek ve gözü yaşlı devam kararları da gündeme gelecektir. O nedenle istifa çağrıları, hem haksız, hem de yanlıştır. Reaksiyon sorunu Fenerbahçe’nin asıl sorunu, proje takımı ile yola çıkıp, beklenmedik operasyonlarla hemen her olayda “reaksiyoner” bir tutumla operasyonlara yönelmesidir. Bugüne kadar Aykut Kocaman, Ersun Yanal, Terraneo - Pereira hep sağlam bir proje olarak ortaya konmuş, sonradan müdahil kararlarla operasyona dönülüp vazgeçilmiştir. Yabancı hocalar konusunda da reaksiyoner tavırlar, anlaşılmaz operasyonlara dönüşmüştür. Fenerbahçe’nin transfer macerasına bakalım: Takımın oyun karakterini belirleyen Gökhan Gönül ve Caner Erkin garip biçimde kapı açılarak yolcu edilmiştir. Yerlerine gelen yabancıların o oyun karakterini unutturmaktan başka bir işe yaradıkları da söylenemez. Dick Advocaat, kariyerine saygı durulması gereken bir adamdır. Ancak aynı saygıyı görevine, futbolcularına da göstermesi, kamuoyuna dışarıdan bir gözlemci gibi açıklamalar yapmaması gerekir. Futbolcuların kişisel değerleri ve performansları hakkında görüşlerini “aile içinde” muhataplarıyla konuşması beklenir. Evet, Fenerbahçe’nin pek de keyifli bir sezon yaşamadığı ortadadır. Projesiz her sezonda beklenen arızalardır bunlar. Bu arıza süreci devam ederken Aykut Kocaman’ın adını tartışma gündemin malzemesi yapmak yanlış ve ayıptır. (Medya mı, yönetim kulisleri mi? Hangisiyse!) Her şey bitmedi Taraftar, yazar, yorumcu, teknik adamlar, yöneticiler Fenerbahçe için şimdiden geminin karaya oturduğu yargısını paylaşıyorlar. Çok haksız ve yanlış bir hüküm... Unutmayalım, 1997’de Fenerbahçe ilk yarıyı en yakın rakibinden 9 puan önde lider bitirmişti. Ama geriden gelen Galatasaray şampiyon oldu. Aynı maceraya bu defa başka bir takımla tanık olabiliriz. Çünkü o takımın adı Fenerbahçe! Ironman 2016 Nuri Özaltın Güç, irade ve dayanıklılığın en sert sınavı olarak kabul edilen Ironman yarışı bu yıl yine Antalya’da, Pazar günü Gloria Ironman 70.3 Turkey adıyla gerçekleştiriliyor. Temmuz ayında kaybettiğimiz Turizm ve Spor adamı Nuri Özaltın’ın anısına düzenlenen yüzme, bisiklet ve koşudan oluşan yarışa çoğu yabancı yaklaşık 1000 triatlet katılacak. Yarışta bir de Nuri Özaltın takımı var: Sadettin Saran (yüzme), Kerem Özçapkın (bisiklet) ve Bahar Saygılı (koşu)... Bize bıraktığı sportif miras adına Nuri Bey’i yeniden saygıyla anıyoruz. Terim dede, Arda gözde Kargaşalı bir süreç yaşıyoruz ya... Kulüpler “milli ara”dan Süper Lig’e dönerken, milli figürler de “lig arası”ndan kendi normal hayatlarına avdet ettiler. Mesela Fatih Hoca, Amerika’da... Merve’nin oğlu Yaman’dan sonra küçük kız Buse’nin beklenen doğumuyla ikinci kez “dede” olacak. Küçük torun bir kız. Şimdiden sağlık, mutluluk ve uzun ömür diliyoruz. Arda Turan’a dönersek... Son lig maçında 10.87 km. ile Barcelona’nın en çok koşan futbolcusu oldu. Sezon başından beri takımda en çok koşan ikinci futbolcu. İki olay da mutluluk verici. Hocamızı da evladımızı da kutluyoruz. Peki, buzlar çözülüyor mu? Evet, önümüzdeki günlerde karşılıklı adımlar atılacak. Bu “eritme” planı da “anaç” bir plan... Bir kadın eli değecek.. Şimdiden yazayım da, söylemedi, demeyin! Elif Şafak'ın son romanı: "Tanrı üzerine dersler" ve ötesi... Şu zor günlerde aklımızı, dengemizi, enerjimizi tümüyle yitirmemek ve bir tür bitkisel hayata girmemek için tutunacağımız sayılı şeylerden biri yine sanat. Bakınız şu sözlere: “Merak ediyorsanız Tanrı’yı, ne olur yalnız dine odaklanmayın artık… Matematiğe, fiziğe, müziğe, resme, şiire, dansa başvurun. Sanat özünde bir arayıştır. Tanrı bilimi de arayıştır. Tanrı’ya inansanız da inanmasanız da, konuya yaratıcılıkla yaklaşabilirsiniz.” Bu sözler, son tatilimde okuduğum birçok kitaptan biri olup burada sözünü edeceğim romandan geliyor. Yani Elif Şafak’ın “Havva’nın Üç Kızı.” Şu günlerde ben de benzer bir şey yapıyorum. ‘Tanrı arayışı’ içinde değil, ama ülkemde olup biten şeylere bir anlam ve izah arayışı içinde sanata sığınıyorum. Bu yılki yoğun ‘yaz okumaları’mın (eleştirmen Rauf Mutluay’ın ruhu şadolsun: Bu deyimi ona borçluyuz) en önemlisi olan bu romana bir okur gözüyle bakmaya çalışacağım. Diğer kitaplardan belki ilerde söz ederiz. Roman 2000’lerin başlarında, kaderleri ünlü Oxford üniversitesinde kesişen üç kadına dayanıyor. İstanbul’da iyi bir aileden okumaya gelen ve inanç konusunda arayış içinde olan Peri. İran kökenli delişmen, özgür ve koyu feminist Şirin. Ve farklı kökenlerine karşın İslam’a tam anlamıyla iman etmiş Mona. Yazarın deyimiyle, Şaşkın, Günahkar ve İnanan. Ya da, Arapça sözcüklerle Mütereddid, Münkir ve Mümin. Kadınların üçü de müslüman. İnanç arayışı ve bunun özgür, çağdaş ve akılcı bir zihniyetle karmaşık ilişkisi, romanın ana temasını oluşturuyor. Ancak bu temel tartışma ilginç bir öyküyle destekleniyor. Oxford’da bir hoca, “Tanrı üzerine” temalı bir dersi olan Prof. Azur, üç genç kızın buluşma merkezi oluyor. Azur başlıbaşına bir öğreti, bir ekol. Şöyle deyişleri var: “Onlar mutlaklık arıyor, bense diyorum ki mütereddit olmak nimettir. Mutlaklık donuk zihniyetlerin eseridir. Arayışlar ve kafa karışıklıkları ise zeka belirtisidir.” “Kafa karışıklığı nimettir. Meraksa kutsaldır. Merak etmeyen insan gelişemez. Gelişemeyen insan yerinde sayar.” Bu tartışmalar içinde Peri, hocanın dersleri ve Oxford’un özgürlük havası içinde kendisine bir yol arıyor. Namazında-niyazında, üstelik hurafelere meraklı bir anne ve koyu materyalist, bohem bir baba arasında bölünmüş genç kız, öte yandan da Azur’a garip biçimde bağlanıyor. Bir tür yaşanmayan aşk hikayesi… Peri kendi deyişiyle “Arafta. Mütereddit. Henüz karar vermemiş, halen sorgulamakta. Ve de “İnanç dediğin bireysel, kişisel, içedönük ve ömürboyu süren bir seyrüsefer değil miydi?” ya da “Bence Tanrı bir lego seti. Herkes kendine göre inşa ediyor sanki” diyebiliyor. Roman 2016’da İstanbul ve 2000-2002’ lerde Londra- Oxford arasında gidip geliyor. Araya yer yer 1980’lerin İstanbul’u da giriyor: Peri’nin gençliğini anlatmak için... Bu karmaşık yapının iyi kurulduğu ve geriye/ileriye gidişlerin romana rahatça yedirildiği söylenebilir: Şafak’ın başlıca erdemi olarak... Roman polisiye biçimde (Şirin’in karanlık bir İstanbul sokağında darpedilip soyulması) başlıyor ve öyle bitiyor (Boğaz yalısındaki davetin silahlı serserilerce basılması). Her iki olay da inandırıcı biçimde verilmemiş. Özellikle final... Silahlı haydutların bastığı ve konukları rehin aldığı bir yalıda, bir gömme dolabın içinde mahsur kalmış Peri’nin Oxford’daki eski hocası, ilham perisi ve de ‘kurbanı’ Azur’la çok geç kalmış bir hesaplaşmayı telefonda yapması…Ve o hengamede İbn Rüşd veya İbn Arabi tartışmaları…Neredeyse bir tuhaf oyun, bir büyük şaka gibi… Burada Elif Şafak’ın temel bir sorunu beliriyor: Popüler yazar yanı eksik. Popüleri bilinen anlamında kullanmıyorum: Nitekim bu romanı da tam 200 bin basıldı ve geçenlerde yayınevi (Doğan Kitap) bunun tükendiğini açıkladı. Öncelikle pek okur-yazar olmayan ülkemizde bu büyük başarı için Şafak’ı kutlamak gerekir. Ben de kutluyorum. Ama aslında polisiye türe yakın bu bölümlerde, Şafak başarılı olamıyor. Çağdaş temaları yakalayışı, romanın yapısını kurması, özgün kahramanlar yaratması tamam. Ama o eylem bölümlerinde kalemi biraz güdük kalıyor bence… Yazarımız kendi başına bir küçük kasaba olduğu anlaşılan Oxford’u avucunun içi gibi biliyor. Bu da yapıta belki İngiliz okurun daha iyi değerlendireceği bir gerçeklik duyusu katıyor. Zaten Şafak’ın artık romanlarını İngilizce yazması ve sonradan dilimize çevirmesi bunu göstermiyor mu? Bu roman da öyle olmuş ve Türkçe’ye Omca A. Korugan’la birlikte çevirmişler. Ama özellikle bir sözcüğe takıldım. Daha ilk sayfada şöyle deniyor: “Hiçkimse, en aklıselim görünenler dahi, delilikten muaf değildi” Sayfa bir gol bir derken, biraz ilerde şöyle yazıyor: “Dün aklıselim olan yarın deli damgası yiyebilirdi” Böylesine ünlü bir yazarı dili için eleştirmekten nefret ediyorum. Ama mecburum: Aklıselim, sağlam akıl, daha doğrusu sağduyu demektir. Yani bir isimdir, sıfat değil. Özetle ‘aklıselim bir insan” denemez, “aklıselim sahibi bir insan” denmesi gerekir. Ayrıca bence yine önemli bir yanlış, daha doğrusu eksiklik var. O da romanın ana ve temelde olumlu baş kişisi Şirin’in yıllar önce o sevdiği adama yaptığı “ihanet”; bir küçük jestiyle (daha doğrusu bir küçük jestte bulunmaktan kaçınarak) onun kariyerine verdiği büyük zarar. (Onun için, yukarda Azur konusunda ‘kurbanı’ dedim) Bunun açıklaması yok gibi… Ayrıca şu da sorulabilir: Din kurumu, hangisi olursa olsun bir dinin tabiatı, temel yapısı ve genelde inanç denen şey, acaba bu denli şüpheyi, akılcılığı, özgür tartışmayı ve fikir jimnastiğini kaldırır mı? Dogma dediğimiz kavram, hemen her dinde var olan ve akılla, mantıkla kavranması mümkün olmayan şeyleri (örneğin Hazret’i İsa’nın Bakire Meryem’in çocuğu olduğunu) o inancın temel harcı sayan bir uygulama değil midir? Tüm insanlık tarihi boyunca varolmuş ve bugün de varolan… Ama bunu bir eleştiri olarak yazmıyorum. Tersine, Elif Şafak’ın hele günümüz Türkiye’si, giderek dünyası için artık böylesine güncellik kazanan ve felsefeye uzanan bir alandaki bu çabasını önemsediğimi belirtmek istiyorum. Kitaptaki şu sözler bile önemli değil mi: “Öfkeli, dediğim dedik, kibir küpü tiplerle Tanrı konuşulmaz. Tanrı’yı ancak mütereddit, mütekamil, mütefennin, mütevazi ve mürtefi insanlarla konuşabilirsin”. Bu arada, bunca Arapça sözcüğü dağarcığına katmış bir yazarın aklıselim’ı böylesine yanlış bilmesi daha da göze batmıyor mu? İşin özüne dönersek…Oxford üniversitesinde gerçekten de “Tanrı üzerine dersler” veren bir kürsü var mı, hiç oldu mu? Bilmiyorum. Ama bu olasılık bile kendi başına ilginç ve önemli değil mi? İnanca ve temeli olan dogmalara karşı değilim, zaten olunamaz da… Ama inancın bir ölçüde bilime yaslanması, şüphenin süzgecinden geçmesi ve akılla bir ortak nokta araması bana cazip geliyor. Kitabın gördüğü büyük ilgiyse, olasılıkla çok da yalnız olmadığımı gösteriyor. Sakal bırakmanın faydaları Bir dergide yapılan araştırmada sakallı ve sakalsız 408 personelin yüzünden örnekler alındı ve sakal bırakmak için iyi bir neden tespit edildi. Bilim adamlarına göre sakal bırakmak yüzü güzelleştiriyor. Çünkü sakal bırakıldığında ciltte hastalıklarla ve cilt virüsleriyle savaşan bir antibiyotik üretiliyor. Bir dergide yapılan araştırmada sakallı ve sakalsız 408 sağlık personelinin yüzünden örnekler alındı ve sakal bırakmak için iyi bir neden tespit edildi. Zernews'in aktardığı habere göre yapılan araştırmada sakalsız grubun yüzünde emarsi gibi antibiyotiğe direnişli bakterilerin 3 kat daha fazla bulunduğu görüldü. Bu bakteriler hastane kaynaklı enfeksiyonların en yaygın olanı ve en fazla endişe veren türüdür. Çünkü bu enfeksiyon mevcut olan antibiyotiğe karşı direnç gösteriyor. Dr. Adam Robert sakallı bir denek üzerinde yaptığı çalışmada 100'den fazla bakteri yetiştirmeyi başarmıştır. Normal şartlarda bu bakterilerin ciltte tahrişe yol açması gerekiyordu ancak bilim insanını şaşırtan bir gelişme yaşandı. Sakallı ciltte meydana gelen bakteriler garip şekilde cilde zarar verecek kadar olgunlaşmasına fırsat kalmadan aniden ortadan kalkıyor yani ölüyorlardı. Dr. Adam Robert araştırmasını daha da derinleştirdi, çünkü ciltte bir şeyler sakallı ciltte bakterileri aniden öldürüyordu. Dr. Adam Robert sakal diplerinden türeyen ve antibiyotik görevi gören başka bir bakteriyi fark etti. Ciltte bakteri türediğinde aniden sakal diplerinden çıkıyor zararlı bakterileri yok ediyordu. Dr. Adam Robert bu şaşkınlık verici tespitlerinden sonra sakal bıraktı. Amerika notları Türkiye ilişkileri Amerika’da siyaset konuşabildiğiniz insanlardaki belki de en büyük değişiklik kendi ülkelerinin siyasi gidişatına yönelik ilgilerindeki artış. Seçim kampanyası son tura girdiğinde bunun daha da artacağına kuşku yok. Dış dünya, önde gelen gazetelerin baş sayfalarından da anlaşılacağı gibi ancak büyük bir felaket yaşandığında ya da ABD dış politikası ya da eylemleri bağlamında yer bulabiliyor. Dolaylı olarak Türkiye bu son tür haberlerin bir parçası. Yorum sayfalarında da hakkında sık sık yazı çıkan bir ülke. Ancak garip şekilde hakkında bunca mürekkep tüketilen bir ülkenin ABD’de siyaseten doğru tahlil edildiğini söylemek de zor. Washington’da Türkiye ile ilgilenenlerin bile ülkedeki dinamikleri, güç dengelerini ne ölçüde anladıklarından doğrusu emin değilim. Son üç haftada iç politikada yaşananlar karşısındaki şaşkınlıkları gerçekten şaşırtıcı. Başbakan değişikliği çoğu kişiyi kontrpiyede bırakmış, dokunulmazlıkların kalkmasının sonuçları hakkında da kafalar iyice karışık geldi bana. Edindiğim en net izlenim Türkiye’nin artık ABD devleti veya Amerikan kamuoyu açısından makbul bir ülke sayılmayışı. İşi Türkiye’yi izlemek olanlardan, dünyadan genelde bihaber arkadaşlara kadar herkes karşılaşır karşılaşmaz “Sizde neler oluyor?” sorusunu soruyorlar. Bu “Neler oluyor?” sorusu son siyasi gelişmelerle ilgili olduğu kadar Türkiye’nin rotası hakkında hissedilen bir kaygıyı da yansıtıyor. Ne var ki bu kaygı karar vericiler açısından belli ki yeni bir siyaset benimsemeyi ya da bugünkünden daha fazla uyarıda bulunmayı gerektirecek bir aciliyet içermiyor. Yani uzun vadede ülkedeki Batı aleyhtarı söylemin keskinleşmesinin, derinleşen İslamileşmenin, kurumların tarumar edilmesinin yaratabileceği sorunlar üzerine pek kafa yoran yok. Aslında bu gamsızlık “Türkiye modeli veya örneği” konusundaki beklentilerin tükendiği anlamına geliyor. Yani Türkiye’nin öznel bir model üretebileceğine dair inanç çoktan sıfırlanmış. Ancak Ankara, ABD’nin politikalarına aykırı düşecek ya da bunları engelleyecek bir çizgide olmadığı sürece ilişkiler konu bazında sürdürülecek. Kendileri açısından önemli konularda Amerikalılar Türkiye’den istediklerini aldıklarını söylüyorlar. Zaten konuştuğum kişilerin hemen hepsi son 3-4 aydır ilişkilerdeki gündelik pürüzlerin ve sürtüşmelerin hayli azaldığını vurguladılar. Bu durum, Başbakan Davutoğlu’nun iradesini mi yansıtıyordu yoksa genel bir devlet politikası mıydı bunun cevabı da yeni hükümet kurulduğunda anlaşılır. Görünen o ki Katar ve Suudi Arabistan dışında neredeyse yedi düvelle sıkıntılı bir ilişkisi olan Türkiye, ABD ile arasındaki anlaşmazlıkları derin bir gerginlik haline dönüştürmek istemiyor. Bunun karşılığında Amerikan karar vericileri de arada yaptıkları çıkışlar dışında Türkiye’nin üzerine gelmiyorlar. Ne var ki özellikle düşünce kuruluşlarında Türkiye’deki siyasi tekelleşmenin ve otoriterleşmenin ileride çok sorun yaratacağını düşünenler var. Bunların henüz ABD’nin genel Türkiye siyasetini ilkelere ve değerlere bağlamasını sağlayacak güçleri olmasa da geleceğe yönelik malzeme biriktiriyorlar. Cizre’deyüz kişinin yakılarak öldüğü iddiasıyla ilgili Birleşmiş Milletler’in soruşturma yapmak istemesi, New York’taki Reza Zarrab davasında ortaya dökülebilecekler, Suriye politikasında geçtiğimiz 5 yılda yapılan hatalar, cihatçı hareketlerle ilişkiler günün birinde daha açık ve etkili şekilde ikili ilişkilerin malzemesi haline gelebilir. Son olarak, genelde Türkiye’deki hukuksal sorunları veya demokrasinin işleyişini dert etmeyen yatırımcılarda Türkiye’deki kabine değişikliği iktisat politikalarının yönü hakkında kaygı yaratmış. Giderek yaygınlaşan kayyum atamaları da mülkiyet hakkıyla ilgili soru işaretlerini çoğaltmaya başlamış. Referandum neden demokratik bir yöntem değildir? Referandum oylaması kamuoyuna demokrasinin en katıksız hali gibi sunulsa da, araştırmalar referandumun daha çok demokrasinin aleyhine işlediğini gösteriyor Dünyada seçmenler yoğun bir yıl geçiriyor: Kolombiya’nın barış anlaşması ret oyu aldı, İngiltere AB’den çıkma yönünde oy kullandı, Tayland’da demokrasiyi kısıtlayan anayasa onaylandı ve Macaristan’daki oylama yeterli katılıma ulaşamasa da seçmenler sığınmacıların ülkeye girişini kısıtlamak isteyen hükümete destek verdi. Bu kararların her biri referandum yoluyla alındı. Seçmenler hükümetlerin kararlarını değiştirmiş, kendi haklarını kısıtlamış ve siyasi krizler tetiklemiş olsa da aslında başardıkları tek şey var: Referandumları karmaşık ve tehlikeli süreçler olarak tanımlayan siyaset bilimcilerini haklı çıkardılar. Dublin Üniversitesi’nden Michael Marsh’a referandumların neden iyi bir fikir olmadığını sorduğumuzda yanıtı, “Basit cevaplar hemen hiçbir zaman mümkün değildir” oldu. “İrlanda’da birçok referanduma şahit oldum ve kimi zaman yersiz, kimi zaman tehlikeli olduklarını gördüm,” diye ekledi. Referandum oylamaları kamuoyuna demokrasinin en katıksız hali gibi sunulsa da araştırmalar, demokrasinin lehinden çok aleyhine işlediklerini gösteriyor. Öngörülemez sonuçlar doğuruyor, alakasız siyasi akımlardan ve hatta Kolombiya’da gördüğümüz üzere hava koşullarından dahi etkileniyorlar. Seçmenler nispeten kısıtlı bilgiyle karara vermek durumunda kalıyor, siyasi mesajlara kulak vermeye zorlanıyor. Bu da gücü seçmenin değil, siyasi elitin elinde topluyor. Londra Ekonomi Okulu’ndan Alexandra Cirone “Referandumlar seçim enstrümanı olarak riskli fakat siyasetçiler kazanacaklarını düşündükleri için kullanmayı sürdürüyorlar” diyor. Fakat çoğunlukla kazanmıyorlar ve referandumlar sorun çözmüyor, yeni sorunlar yaratıyor. Yapılan araştırmalara bakıldığında uzmanların neden şüpheci yaklaştığı anlaşılıyor. Zor cevaplara ‘kestirme’ yollar Seçmenler katıldıkları tüm referandumlarda bir problemle karşı karşıya kalıyorlar: Zor politika sorularına, basit ‘evet – hayır’ yanıtları vermeye zorlanıyor, uzmanların dahi yıllar süren araştırmalar sonrasında öngörebildiği muhtemel ‘politika sonuçlarını’ öngörmek durumunda bırakılıyorlar. Seçmenler, bu problemli genellikle Arthur Lupia ve Mathew D. McCubbins’in ‘kestirme bulmak’ dediği yönteme başvurarak çözüyorlar. Güvendikleri otorite figürlerinin tavsiyesini dinliyor ya da tanıdık anlatıları çağrıştıran seçeneğe yöneliyorlar. Toronto Üniversite’sinden Lawrence LeDuc’un araştırmasına göre hükümet ortaya referandum seçeneği attığında insanlar mevcut yönetimi seviyorsa destekliyor, seçmiyorsa karşı çıkıyor. Profesör LeDuc “2015 tarihli bir makalesinde “Toplumu ilgilendiren önemli meselelerle ilgili olması gereken seçim, nihayetinde bir partinin ya da liderinin ‘popülerliği’ ile, hükümetin geçmişiyle, ya da konuyla alakası olmayan başka meseleler ile ilgili hale geliyor” diyor. Örneğin Kolombiya’da barış anlaşması lehinde oy veren bölgelerde insanlar 2014’te Devlet Başkanı Juan Manuel Santos’a oy vermişti. Seçmenlerin karmaşık seçimlerin üstesinden gelmekte izlediği başka bir yöntem de onları mevcut ideolojik inançlarının içine tıkıştırmak. Bu dinamiği her referandumda görüyoruz, özellikle ‘büyük meseleler’ tartışılıyorsa. Anlatıyı dayatmak Siyasetçiler ya da diğer güçlü oyuncular referandumu genellikle basitleştirilmiş terimlere indirgiyorlar. Sonuç olarak, teklif edilen asıl soru değil, soyut değerler ya da seçmene çekici gelen anlatılar oylanmış oluyor. İngiltere’de AB’de kalma ya da ayrılma konusu tartışılırken taraflardan hiçbiri üyeliğin detaylarına girmedi, bunun yerine değerlere vurgu yaptı. ‘Kalalım’ kampanyası üyeliği ekonomik istikrar çerçevesinde sundu, ‘ayrılalım’ kanadı ise göç konusuna yoğunlaştı. Bu da başarılı oldu. AB’de kalmak isteyen seçmenler ekonomi konusunda endişelerini dile getirirken göç konusunu o kadar önemsemiyordu. Ayrılmak isteyenler ise göç konusunda endişeliyken, ekonomi konusunda o kadar endişelenmiyordu. Kolombiya’da Başkan Santos referandumu ‘barış oylaması’ olarak sunarken, muhalefet meseleyi ülkenin en büyük isyancı grubu Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ne ‘müsamaha’ gösterilmesi olarak betimledi. Bu anlatılardan hiçbiri barış anlaşmasının yararlı olup olmayacağına değinmedi. Alexandra Cirone’un da söylediği üzere, Kolombiya’da olduğu gibi, “referandumlar geçmişe dönük siyasi bir meseleyi çözmeye çalıştığında, seçmen dikkatini ülkenin geleceği için en iyi seçeneğe yoğunlaştırmakta zorlanabiliyor.” Tayland’da askeri hükümetin Ağustos ayında yaptığı referandum, hükümetin gücünü genişletmek demokratik öğelerin kısıtlanmasıyla ilgiliydi. Askeri hükümet, seçimlerin yeni anayasa onandıktan sonra yapılacağı vaadini sundu, yani anti-demokratik bir anayasayı seçim-yanlısı bir seçenek gibi sundu. Anayasa referandum ile kabul edildi. Güçlünün aracı demokrasi Gücü insanlara teslim etmek gibi sunulsa da, referandumlar genelde liderlerin halihazırda akıllarına koydukları planlara ‘popüler destek’ meşruiyeti kazandırmak için kullanılıyor. Cirone, “Meseleyi insanların kararlaştırmasıyla pek bir ilgisi yok” diyor. “Siyasilerin soruyu insanlara yönelterek avantaj kazanıp kazanamayacağıyla ilgisi var.” Örneğin Temmuz ayına kadar İngiltere Başbakanı olan David Cameron, referandum ile AB’de kalma kararının destekleneceğini, çıkma yanlısı İngiliz siyasetçilerinin ise susturulacağını tahmin ediyordu. Tayland ordusu anayasa taslağına dair yayınları kısıtladı, taslağı ülkenin demokrasisine bir tehdit olarak sunan karşı anlatıları engelledi. Görüşlerin popüler seviyede tartışılabildiği izlenimi, bilakis buna engel olan strateji oldu. Macaristan Başbakanı Viktor Orban ise göçmen kabulü üzerine AB yönetmeliklerinin reddedilmesiyle ilgili olan referandumu muhtemelen göçmen-karşıtı politikalarına karşı çıkan sesleri yolun başında susturmak için tasarladı. Her halükarda, referandumu koltuğunu sağlamlaştırmak için kullanıyordu. Barış için bol kazançlı, bol riskli oylar Diğer yandan söz konusu ‘popüler destek’ meşruiyeti bazen iyi bir şey olabiliyor, silahlı çatışmalara kadar gidebilecek çekişmeli ulusal anlaşmazlıkları çözebiliyor. Kuzey İrlanda’nın 1998’deki barış anlaşması iki referandumu takiben gelmişti; biri Kuzey İrlanda’da, diğer İrlanda Cumhuriyeti’nde yapılmıştı. Oylamalar topluluklara ‘katılımcı’ olma duygusu kazandırmış, savaşmayı sürdürmek isteyenleri sürecin dışına iterek çatışma ihtimalini azaltmıştı. Referandumların alışılmış seçimlerden farkını bu örnek iyi anlatıyor: Yurttaşlar oylamanın ulusal görüşleri yansıttığını düşünürse referandum başarılı olabiliyor. Bunun olması için ise katılımın yüksek olması gerekiyor ve oy dağılımında kararlı bir ‘uçurum’ yakalanması gerekiyor. Kuzey İrlanda’nın 1998 oylamasında da tam olarak bu olmuştu. Fakat Kolombiya’da katılım yüzde 38’de kaldı ve oylar neredeyse yarı yarıya bölünmüştü. Yani sonucu etkileyen nüfusun birkaç bin kişilik bir bölümü oldu. Referandumdan evet oyu çıksaydı bile popüler destek aldığını iddia etmek zor olacaktı. Alexandre Cirone bu problemin referandumun bağlayıcı olması için ‘yüksek katılım’ ve ‘bariz farklı oy dağılımı’ şartları koymakla çözülebileceğini söylüyor. Fakat garip şekilde ne İngiltere ne de Kolombiya kazanan taraf için yüzde 50’den fazla oy şartı getirmedi. Cumhuriyetler için ‘Rus ruleti’ Referandumlar son derece öngörülemez olabiliyor, kimsenin kontrolünde olmayan, konuyla ilgisi olmayan faktörlerden etkilenebiliyor. Anketler yanıltıcı olabiliyor çünkü insanlar çoğu zaman nihai kararlarını asıl oylamaya kadar vermiyor. Bazı durumlarda ise hemen karar değiştirebiliyor olmaları ise manidar. Dublin Üniversitesi’nden Profesör Marsh’ın bazı araştırmalarda elde ettiği sonuçlara göre “insanlar oylamadan bir hafta sonra ‘evet’ ya da ‘hayır’ argümanlarını hatırlamakta zorlanıyor, neden evet ya da hayır oyu verdiğini bilmiyor.” “Bu bulgular referandumlara olan güvenimi hiç de artırmıyor” diye ekliyor. Harvard Üniversitesi’nden iktisat profesörü Kenneth Rogoff, Brexit oylamasından sonra kaleme aldığı yazısında “Çoğunluk oyuyla herhangi bir yerde herhangi bir zamanda verilmiş her kararın kendiliğinden ‘demokratik’ olduğu fikri, bu kavramın çarpıtılmasıdır,” diyor. “Bu demokrasi değil, cumhuriyetler için Rus ruleti” diye ekliyor. 'Garip Osman' ölü bulundu ANTALYA'nın Demre İlçesi'nde oturan 'Garip Osman' lakaplı 61 yaşındaki Osman Kötemez, odun kesmeye gittiği dağlık arazide ölü bulundu. Demre'ye bağlı Çevreli Mahallesi'nde oturan Osman Kötemez'den haber alamayan yakınları, birlikte yaşadığı yaşlı annesi Huriye Kötemez'e nerede olduğunu sordu. Ağaç kesmeye giden Kötemez'in 2 gündür eve gelmediğini öğrenen yakınları ve bölge halkı aramaya başladı. Bugün saat 12.00 sıralarında Çevreli- Kaş yolu üzerindeki Gedikkışla mevkiindeki ormanlık ve kayalık alanda Kötemez'in cansız bedeni bulundu. Olayla ilgili Demre Jandarma Komutanlığı'na haber verildi. Olay yerinde yapılan incelemenin ardından Kötemez'in cenazesi otopsi için Antalya Adli Tıp Kurumu'na gönderildi. Engelli Kötemez'in devletin bağlamak istediği engelli maaşını reddettiği belirtilirken, annesiyle birlikte yaşadığı ve dağdan kesip sattığı odunlarla geçimini sağladığı kaydedildi. Bir garip hastane, "Büyü Bozma ve Cin Hastanesi" Yurdumuzdan bir gariplik daha... "Büyü Bozma ve Cin Hastanesi", sosyal medyada günün konusu oldu. İstanbul İkitelli'de bulunan "Cin Hastanesi" randevu ile çalışıyor. Hastalarına, büyü bozma ve musallat halinde yardımcı olacağını iddia ediyor. Bağ ağrısı, kadın hastalıkları, romatizma ve kireçlenme gibi çok sık karşılaşılan rahatsızlıkları tedavi ettiği iddia eden bu hastane görenleri şaşırttı. Hastane olduğunu iddia eden kurumun internet sitesinden, "İslam dininde yasaklanmış olan büyü,sihir, cinlerin insanlara musallat olması gibi manevi hastalıklara sebep olan işlemlerden insanları kurtarmak için, yıllardır çalışıyoruz. Maddi hastalıkların tedavisi nasıl madde cinsinden ise, mana cinsinden hastalıkların tedavisi ancak mana cinsinden olur. Şifa veren sadece Allah' tır. Biz şifaya vesile olmak için çalışıyoruz. ​ Aileleri dağıtan, işinizi bozan, ruhsal sorunlara sebep olan hastalıklardan ve mahluklardan kurtulmak için bizim ile irtibata geçin. Bu tür kara ve şeytani güçler Rahman' ın gücü karşısında yenilirler, unutmayın." Hastanenin Facebook sayfasında bulunan cin çıkarma videoları izleyenleri korkuttu. Sosyal medyada tepki alan hastane için herhangi bir yaptırım olacak mı merak konusu oldu. Müzik bana garip bir hüzün hediye etti Kimimiz onun adını Mahmut Orhan’la yaptığı “Feel” parçasıyla duyduk. Kimimiz yemek yerken fondan gelen “Self Control” cover’ını duyup “Ne kadar da tanıdık” dedik. 18 yaşında gencecik bir yetenekten söz ediyorum. Adı Sena Şener... Bana kalırsa müzik sektöründeki başarısı tesadüf değil, yolu açık ve hayli uzun... Yaşı ve başarısından dolayı Aleyna Tilki ile karşılaştırılan Şener’le buluştuk, sürpriz çıkışını, belirgin aksanını, Aleyna’yı konuştuk. Aksan durumu nereden geliyor? Ben 9 yaşımdan beri İngilizce şarkılar söylüyorum. Bu durumun dili öğrenmemde de büyük katkısı oldu. Kulağım ona alışmıştı, yani kasıtlı veya zorlama bir aksan değil, şarkı söylerken öyle çıkıyor. Ailede müzikle ilgilenen bir tek siz değilmişsiniz. Evet... Babam ud, tambur, buzuki çalıyor, Yunan müziği yapıyor. Teyzem çok beğendiğim bir sestir. Dedem uzun süre caz söylemiş ve davul çalmış. Amcam ve babaannem de müzikle ilgili... Müziğin içinde büyümemi onlara borçluyum tabii ama yine de müziğimi kendim geliştirip şekillendirdim. Ne zamandan beri şarkılarınızı internette paylaşıyorsunuz? Ben 11 yaşımda da bir şeyler kaydedip internete koyuyordum ama gerçek anlamda müziğimi paylaşmaya 15 yaşımda Soundcloud üzerinden başladım. Yani üç yıl önce. O zamanlar herkes orada yeni isimler keşfindeydi. Sizi parlatan Soundcloud mu yoksa Sofar mı oldu? Sofar... Çünkü orası müzik arayan insanlara kendi şarkılarınızla konser verdiğiniz daha gerçek bir platform. Orada çıkan herkes birbiriyle yakın arkadaş oluyor, bir aile ortamı var. Kanalın abone sayısı ve video formatında olması da daha çok kişiye ulaşmasını sağlıyor. Sözler nasıl ortaya çıkıyor? 18 yaşındasınız nihayetinde, sizi bu kadar üzen nedir? Bence yaşın ve hatta tecrübenin o kadar da büyük rolü yok... Önemli olan hissetmek ve bunu aktarabilmek. Ben çocukken müziğe başladım ve normal bir çocuğun yapması gereken oyun oynamak, gezmek gibi faaliyetlerde bulunmadım. Hep müzik yaptım. Bu da bana garip bir hüzün hediye etti. Beni hep gözlem yapan, en ufak mutsuzluğa duyarlı biri kıldı. “Çirkin Dünya”, “Parya İçin Hep Günöte” gibi en mutsuz şarkılarımı 15 yaşında yazmıştım. Albüm anlaşması için birçok firma peşinize düştü. Ne oldu sonucu? Öncelikle müziğimi emanet edeceğim şirketi seçene kadar, görüşmek isteyen herkesin planlarını dinledim. Altı ay çok büyük bir şirketle çalıştım. Ama ben kendimi geliştirmek isterken onlar beni değiştirmeye çalıştı, 17 yaşında olmama rağmen ailemi dışlayıp özel hayatıma karışmaya kalktılar. Ben de oradan ayrıldım. Şimdi mutlu olduğum Pasaj Müzik’teyim. Türkçe albüm çalışmalarına da başladık. Beni özgür bırakıyorlar, aranjelerimi de birlikte sahne aldığımız, müziğimi gayet iyi anlayan Cihan Güvenç ve Gökay Özvardar yapıyor. Ne zaman geliyor albüm? Bir aya kadar klipli birkaç single yayımlayacağız, daha sonra albüm gelecek. Aslında acelem de yok, istediğim gibi olana kadar 30 yıl bile beklerim. İlk çalışmanız da DJ’leydi. Mahmut Orhan’la yaptığınız “Feel” çok başarılı oldu. Aslında ilk elektronik çalışmam Mahmut ile değildi, 16 yaşımda Julius Abel’ın düzenlediği, Armada’dan çıkan bir şarkım vardı. Mahmut da “Feel”in, “Mor Yazma”, “Angels” ve arası boş akorlar olan altyapısını atmıştı. Ben de kendi söylediğim kısımları yazıp evde vokal kaydetmiştim. Şarkı şimdi Ultra kanalında 60 milyonun üzerinde izlenmeye sahip. Elektronik müzik asla benim ana yolum olmasa da müziğin her halini seviyorum ve bu başarı hoşuma gidiyor. Aleyna Tilki’nin durumu malum. Müziğini kitlelerle paylaşmak isterken engellerle karşılansanız siz neler hissederdiniz? Açıkçası ben Aleyna’yı Türk popunu heyecanlandıran, canlandıran bir arkadaşımız olarak görüyorum. Işığı yüksek, yetenekli bir genç kız. Ben de onun yaşındayken müziğimi paylaşıyordum. Negatif yorumlarla başa çıkmak ve psikolojik açıdan zarar almadan devam edebilmek için çok dikkatli olmanız gereken, tehlikeli bir yol. İnsanlar sizin çocuk veya gelişmekte olan bir genç olmanıza bakmıyor ne yazık ki... Müzik yapmam engellenseydi yapabileceğim yerlerde yapar, küçük kitlelerle de olsa paylaşmaya devam ederdim. Üniversiteye başladınız. Bir yandan okuyor bir yandan konser veriyorsunuz. Nasıl yürütüyorsunuz bu ikisini bir arada? Aslında müziğime katkısı olacak bir bölümdeyim, Koç Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat okuyorum. Yine de ikisine de yetişmek açısından koşuşturmalı bir hayatım oluyor. Okuldan çıkıp konsere, konserden çıkıp okula... Önümüzdeki günlerde başka işbirlikleri düşünüyor musunuz? Biraz kendime dönmek istiyorum. Kendi tarzımda müziğime odaklandığım (ki bence birçok türü içeren bir harman bu), konserler verdiğim, albümüm üzerinde çalıştığım bir süreç olacak.